2 Temmuz 2015 Perşembe

İbn Arabî ile İbn Teymiyye İhtilafına Yaklaşımlar - 2 (Eleştirilen Görüşleri)


Dizinin ikinci yazısında, bahis mevzuu olan iki zatın eleştiriye hedef olmuş görüşlerinden kısa iktibaslar yapmayı uygun gördüm. Burada paylaşılacak olan görüşler üzerinden şahısları itham etmenin ve çatışmacı bir tavır takınmanın doğru olmadığı, ilim ve izanla bağdaşmayacağı kanaatindeyim. Zira tarih boyunca onlarca alim, abid, zahid, bu iki zatın zikredeceğimiz görüşleri hakkında birbirinden farklı tutumlar sergilemiştir ve gelinen noktada bu görüşlerinden dolayı bu zatlara dışlayıcı ve çatışmacı bir yaklaşımla yaklaşmanın faydadan çok zarar vereceğini düşünüyorum. Hiçbir insanın hatadan korunmuş olmadığı ve bahsettiğimiz iki zatın da hata yapmalarının mümkün olmak zorunda olduğu akıllardan çıkarılmamalıdır.

TENZİH - TEŞBİH MESELESİ

Ehl-i Sünnet akaid imamlarına göre Müslümanların ilah tasavvuru, mutlak tenzihe dayanır. Buna göre Allah, noksan sıfatlardan mutlak surette münezzehtir, tenzih edilmelidir. Allah’ın eşi, benzeri, dengi, hiçbir surette ve hiçbir şartta yoktur, olamaz. (1) Allah-u teala, yarattığı varlıkların özellikleriyle vasıflandırılmaktan berî ve münezzehtir, diğer varlıklara akla gelebilecek hiçbir açıdan benzemez/benzetilemez. Kendisini Ehl-i Sünnet’e nispet eden (Selefîlik ve Sufîlik dahil) tüm kesimlerin ihtiram ettiği ve Ehl-i Sünnet akaidinin en temel metinlerinden birinin müellifi olan İmam Tahavi hazretleri, bu konuyla ilgili şunları söyler:

“Şüphesiz Allah tektir ve onun hiçbir ortağı yoktur. Onun hiçbir misli yoktur. Hiçbir şey onu aciz bırakamaz. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. Öncesi yoktur, kadimdir. Sonrası yoktur, daimdir. Onun sonu gelmez, yok da olmaz. Ancak onun irade ettiği gerçekleşir. Vehimler ona erişemez, anlayışlar onu idrak edemez. O yarattıklarına benzemez. … Allah’ı beşere özgü manalardan/özelliklerden birisiyle vasıflandıran kimse kafir olur. Bunu basiretle idrak eden kimse, gerekli dersi çıkartır, kafirlerin sözleri gibi sözler söylemekten kaçınır ve bilir ki; O (c.c.) sıfatları bakımından beşer gibi değildir. … Nefiy ve teşbihten sakınmayanın ayağı kayar ve tenzihi bulamaz. Rabbimiz celle ve ala, vahdaniyet sıfatlarıyla sıfatlanmış, ferdaniyet özellikleriyle vasıflanmıştır. Yarattıklarından hiçbiri onun özelliğine sahip değildir. O, sınırlardan, gayelerden, erkan ve azalardan, araç gereçlere ihtiyaç duymaktan yüce ve münezzehtir. Sonradan var olanların diğerlerini kuşattığı gibi altı yön onu kuşatamaz.”(2)

Bu cümlelerle İmam Tahavi, Ehl-i Sünnet akidesinin mutlak tenzihe dayandığını, Allah Teala’nın sıfatlarını ispat ettikten sonra Allah'ı beşere mahsus vasıflardan herhangi biriyle vasıflandırmaktan, sonradan yaratılmış herhangi bir varlığa herhangi bir açıdan benzetmekten mutlak surette kaçınmak, yani tenzih etmek gerektiğini vurgulamış oluyor. “Nefiy ve teşbihten sakınmayanın ayağı kayar ve tenzihi bulamaz.” cümlesiyle bu konudaki son sözü söylüyor.

Muhyiddin ibn Arabi ile Takiyyüddin ibn Teymiyye arasındaki şaşırtıcı benzerliklerden biri de, tenzih-teşbih konusu etrafında görülmekte.

Muhyiddin ibn Arabi’nin eserlerinden edindiğimiz izlenime göre o, mutlak tenzihi de, mutlak teşbihi de reddetmekte ve tenzihe yakın bir teşbih/teşbihe yakın bir tenzih görüşünü benimsemekte. Kendisi bu durumu “Önce tenzih, ardından tenzih-i tenzih.” diyerek ifade eder. Bu konuda şunları söyler:

“Doğruluk üzere olanların indinde Allah’ı tenzih, 
onu sınırlamak ve bağlamaktır. Allah’ı tenzih eden kişi ya bilgisizdir veya edebi azdır. Fakat cahil ve edebi eksik kimseler, tenzihi mutlak zanneder, mü’min olan ve şeriatlara inancı olanlar da tenzih eder ve bu konuda bundan başka bir şey görmezlerse tümü de edep dışı davranmış olur. Allah’ı ve elçilerini yalanlamış olurlar. Mutlak tenzih yoluna giren kişi doğru yolu bulduğunu zanneder. Oysa yolunu kaybetmiştir. … Allah’ı tenzih etmeyip teşbih eden (yaratılmışlara benzeten) kimse de böyledir. O da Allah’ı bir bağla bağlı ve bir sınırla sınırlı sandı ve gerçeğin içyüzünü bilemedi. Allah’ı bilmek yolunda tenzihle teşbihin arasını birleştiren ve onu iki nitelikle niteleyen kişi, nasıl kendi benliğini toplam olarak bildiyse, Allah’ı da toplu olarak kavrayabilir.”(3)



İbn Arabi’nin mutlak tenzih ile mutlak teşbih arasında bir yol tuttuğunu gösteren bu ifadelerinin; Allah tasavvuru mutlak tenzihe (yani Allah’ı yaratılmışlara benzetmekten=teşbihten kaçınmaya) dayanan Ehl-i Sünnet itikadına aykırı olduğu gün ışığı kadar açık seçiktir. İmam Rabbani hazretleri, Şura suresi 11. ayetindeki “Onun benzeri hiçbir şey yoktur.” mealli ifadeyi, mutlak tenzihin delili olarak sayar ve İbn Arabi’den ayrılarak en doğru tutumun mutlak tenzih olduğunu ikrar eder. (4) Yine İmam Rabbani, teşbih ile tenzihi bir arada bulunduran ve ikisi arasında bir yol tutan tasavvufçuları isim vermeden ağır ifadelerle eleştirmektedir. Ona göre Allah Teala hakkında doğru tasavvura, yani tenzihe ulaşmak, İbn Arabi’nin aksine Ehl-i Sünnet alimlerine uymakla mümkündür. (5)

Osmanlı’nın son dönem şeyhülislamlarından ve bu toprakların müesseselerinde yetişmiş güzide bir alimimiz olan Mustafa Sabri Efendi, Mevkıfu’l-Akl adlı (Türkçeye tercüme edilmeyi sabırsızlıkla bekleyen) eserinde, Muhyiddin ibn Arabi’yi bu görüşlerinden dolayı sık sık ağır ifadelerle eleştirmiştir. (6) Dizimizin ilerleyen yazılarında bu konu dolaylısıyla alimlerin yönelttiği eleştirilere yönelik bahisler gelecek inşallah.

Meseleye bir de İbn Teymiyye açısından bakacak olursak: Takiyyüddin ibn Teymiyye, kendisinin tenzih inancına bağlı olduğunu savunur. Ona göre yapılması gereken, yukarıda İmam Tahavi’den naklettiğimiz üzere, Allah’ın sıfatlarını iptal ve inkar ederek ifrata kaçmadan ve Müşebbihe’nin yaptığı gibi Allah’ı mahlukata benzeterek de tefrite kaçmadan orta yolu bulmaktır. Yani mutlak tenzihtir.(7) Lakin İbn Teymiyye, birçok alim tarafından büyük hacimli eserlerinde bu iddiasıyla bizzat çelişerek yer yer teşbih/tecsim görüşüne kaymakla itham edilmiştir. Allah Teala’nın semada, arşın üstünde olduğunu (8) ve Selef-i Salihin’den kimsenin Allah’ın gökte olduğuna itiraz etmediğini iddia ettiği söylenmiştir. (9) Allah’ın eli, yüzü ve gözü olduğunu, ayetlerde geçen bu ifadelerin zahiri manalarıyla anlaşılması gerektiğini savunduğuna yönelik ithamlara maruz kalmıştır. (10)




Muhammed Zahid el-Kevserî, İbn Teymiyye’nin et-Te’sîs adlı kitabından teşbihe kaydığını söylediği görüşleri şöyle nakleder: “Kur’an, Allah’ın bir Arş’ı olduğunu belirttiğine ve bu Arş da Allah’a nispetle tavan gibi olamayacağına göre buradan Arş’ın yüce Allah’a nispetle taht/koltuk konumunda olduğu anlaşılır. Bu da Allah’ın, Arş’ın üstünde olmasını gerektirir. ... Malumdur ki Kitap, Sünnet ve İcma, bütün cisimlerin muhdes (yani sonradan var olmuş) olduğunu ve Allah’ın da bir cisim olmadığını söylemez. Müslümanların imamlarından herhangi birisi de böyle bir şey söylemiş değildir. O halde benim bu görüşü terk etmem de fıtrattan ve şeriattan çıkmam anlamına gelmez.”(11) Bu ürkütücü ifadelerle İbn Teymiyye, Allah’ın bir cisim olduğunu söylemekle fıtrattan da şeriattan da çıkmayacağını belirtiyor. Bu ve eserlerindeki bunlara benzer diğer ifadeler de İbn Teymiyye’nin bir yandan teşbihi reddederken diğer yandan da mutlak tenzih inancını bizzat deldiğini ve tıpkı İbn Arabi gibi tenzihe yakın bir teşbih/teşbihe yakın bir tenzih görüşünü benimsediğini gösteriyor.


İbn Teymiyye, teşbih/tecsime kayan görüşleri olduğu dolayısıyla Takiyyüddin es-Sübkî, oğlu Tâcüddin es-Sübkî, Alâüddin el-Buhârî, İbn Hacer-i Heytemî, Dahlân, Yûsuf en-Nebhânî, Ebû Hayyan, Şeyhülislam Arif Hikmet Efendi, Zâhid el-Kevserî, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Abdülhakîm Arvasî gibi alim ve abidler tarafından şiddetli eleştirilerin hedefi olmuştur. İmam Rabbani de, Allah’ı mahlukata benzetmek manasına gelen teşbihi ve teşbih akidesini benimseyen Müşebbihe taifesini, isim vermeden çok sert ifadelerle eleştirmekte ve bu yapılanı ahmaklık olarak nitelemektedir. (12)


Tenzih ile teşbih arasında bir görüş belirtmeleri, tarih boyunca iki zatın da eleştiri oklarının hedefi haline gelmelerine sebep olmuştur. Birbirlerine zahiren yüz seksen derece zıt görünen Muhyiddin ibn Arabi ile Takiyyüddin ibn Teymiyye’nin enteresan zıtlıklar vasıtasıyla buluştuğu ortak noktalar, tenzih ile teşbih arasında bir yol benimseyerek Ehl-i Sünnet ulemadan ayrılmalarından ibaret değildir.

ALEMİN TAMAMININ VEYA BİR KISMININ KIDEMİ GÖRÜŞÜ

Ehl-i Sünnet itikad imamlarına göre, Allah’ın varlığının bir başlangıcı ve sonu yoktur. O, hiçbir mekanda değildir, mekana bağllı olmaktan münezzehtir, mekanları yaratan da odur. Yine o zamana bağlı değildir. Zaman içinde ya da zamana bağlı olmaktan münezzehtir. Zamanı yaratan da odur. Dolayısıyla zamanda bir başlangıcı yoktur. Ezelden beri vardır. Bütün bunların manası şudur: Allah, kadimdir. Allah’tan başka hiçbir varlık kadim (yani ezelden beri var) olamaz. Tüm mahlukat muhdestir, yani sonradan yaratılmıştır. Allah’ın yarattığı her varlığın zamanda bir başlangıcı vardır, yaratıldığı bir vakit vardır.

Muhyiddin ibn Arabi, vahdet-i vücud nazariyesinden yola çıkarak, alemin kıdemi (yani kainatın kadim olduğu) görüşünü benimser, bu noktada da Ehl-i Sünnet ulemadan ayrılır. Ona göre alemin hariçte bir varlığı olmadığı için zamanda bir başlangıcı da yoktur ve Allah’ın varlığından sonra var olmuş da değildir. Ona göre alemin kıdemi, kendisinden sonra yaratılanlara nispetendir.(13) İmam Rabbani hazretleri, Allah’tan başka hiçbir varlığın kadim olamayacağını söyleyerek Muhyiddin ibn Arabi’yi ve onun takipçilerini eleştirir, onların bu görüşlerinin Ehl-i Sünnet’e aykırı olduğunu ikrar eder. (14)


Takiyyüddin ibn Teymiyye ise alemin (kainatın) en büyük parçası olan Arş’ın kadim olduğu görüşündedir. Bu görüşü benimserken yola çıktığı nokta şudur: İbn Teymiyye, Allah’ın Arş’ın üstünde olduğundan ve Arş’a istiva ederek oturduğundan (hâşâ) yola çıkar ama bu görüş kendi içinde çelişki barındırır. İşte bu çelişkiyi İbn Teymiyye’den yaklaşık beş asır önce İmam Azam Ebu Hanife, El-Vasıyye adlı eserinde gündeme getirmişti:

“Allah, Arş’ı mekan tutmuş değildir ve Arş’a muhtaç değildir. Eğer Allah Arş’ta oturuyorsa veya Arş’ı mekan tutmuşa, Arş’ı yaratmadan önce nerede idi? Allah Teala, bu tür şeylerden münezzehtir.”

                      


Allah’ın Arş’ın üstünde olması fikrinden yola çıkan İbn Teymiyye, İmam Azam hazretlerinin sorusunu, Arş’ın da Allah ile birlikte kadim olması gerektiği sonucuna vararak cevaplandırır. Çünkü ona göre Allah kadim (yani ezelden beri var) ise, Allah’ın mekan tuttuğu Arş da kadim olmalıdır. Lakin Allah ile birlikte başka bir varlığın da kadim olamayacağı gerçeği ortadayken, İbn Teymiyye bu çelişkiyi, “Arş’ın nev’î kıdemi” dediği (15), kendisinden başka hiçbir alim tarafından savunulmamış bir nazariye ile çözmeye çalışır. Buna göre Arş, nev’ olarak kadim, şahs olarak hâdistir. Bunun manası da şudur: Allah Teala, ezelden beri sürekli yeni bir Arş yaratmakta, ona istiva etmekte, sonra onu yok edip yeniden bir Arş yaratmakta ve bu döngü ezelden beri sürekli devam etmekte.

Alemin tamamının veya bir kısmının kadim olduğunu savunmaları, zahiren birbirine zıt olan iki zatın aralarındaki şaşırtıcı benzerliklerden birisidir.

FENÂ-İ NÂR = CEHENNEM AZABININ EBEDÎ OLMADIĞI GÖRÜŞÜ

Kur'an, Sünnet ve İcma'a dayanan sahih İslam inancına göre, cennet ve cehennem hayatı ebedidir. Mü’minler cennette, kafirler de cehennemde ebediyyen kalacak ve ödüllendirilecek ya da cezalandırılacaktır. Tarihte ilk kez Cehmiyye mezhebinin kurucusu Cehm bin Safvân, cennet ve cehennemin ebedî olamayacağını, günün birinde son bulacağını söylemiş ve (başta İmam Azam Ebu Hanife olmak üzere) Ehl-i Sünnet akaid imamlarının şiddetli itirazlarına maruz kalmıştır. (16)




Muhyiddin ibn Arabi, cehennemde ebediyen kalacakları Kur’an’da belirtilmiş olanların, bir süre sonra azaba alışacaklarını, bir nevi bağışıklık kazanacaklarını, hatta bir süre sonra cehennemin onlara azaptan çok lezzet vermeye başlayacağını söyler. (17) Ehl-i Sünnet itikadına aykırı olan bu görüşler bağlamında Takiyyüddin İbn Teymiyye ise, cennetin olmasa da cehennem azabının bir gün son bulacağı görüşündedir. (18) İbn Teymiyye’nin, başta Mecmû’u’l-Fetâvâ’sı olmak üzere, eserlerinde cehennem azabının ebedi olduğuna inandığına dair ifadelere rastlamak mümkündür. Lakin yapılan tahliller, onun bu konu bağlamındaki son görüşünün, cehennem azabının ebedi olmadığı yönünde olduğunu göstermektedir. (19) Cehennem azabının ebedi olmadığı, yani "fenâ-i nâr" olarak özetlenebilecek olan bu görüşleri ise, iki zat arasındaki şaşırtıcı benzerlikler zincirinin bir diğer enteresan halkasıdır.

Yukarıda Muhyiddin ibn Arabi’den ve Takiyyüddin ibn Teymiyye’den naklettiğimiz görüşler, istikamet sahibi imamlarımızın ve alimlerimizin belirttiği gibi sahih İslam inancına aykırıdır. Bu görüşleri burada zikretme gayemiz, benzer aykırı görüşlerin her iki zâttan da zuhur etmiş olduğu ve bu görüşler bağlamında aralarında çifte standarda kaçmamak gerektiğini göstermektir. Bu görüşlerinden yola çıkarak gerek İbn Arabi'yi, gerekse İbn Teymiyye'yi dalaletle, sapkınlıkla itham etmekte acele edilmemesini ve fevri davranılmamasını rica ederiz. 
Nitekim ileride zikredeceğimiz birçok alim, abid, zahid de bu ölçüye göre davranmıştır. Bu zatlara ve görüşlerine karşı nasıl bir duruş sergilemek gerektiğiyle ilgili örneklerin zikredileceği sonraki bölümleri bekleyiniz…




Dipnotlar:

(1) Şura 11

(2) El-Akîdetü’t-Tahâviyye, 1 vd.; 27 vd.

(3) Fusûsu’l-Hikem, Hz. Nuh fassı, s. 31-32

(4) Mektubât-ı Rabbânî, 18. Mektup

(5) a.g.e., 272. Mektup

(6) Nureddin Yıldız, İşi Vaktinden Çok Olanlar, 3/123

(7) İbn Teymiyye, el-Akîdetü’l-Hameviyye, s. 249

(8) İbn Teymiyye, Mecmuu’l-Fetava, 5/416

(9) İbn Teymiyye, el-Akîdetü’l-Hameviyye, s. 419

(10) İbn Teymiyye, el-Fetava’l-Kübra, 6/656

(11) Makâlâtü’l-Kevserî, s. 497; İbn Teymiyye, Beyân-ı Telbîsi'l-Cehmiyye, 1/118

(12) Mektubât-ı Rabbânî, 310. Mektup

(13) el-Fütuhâtü’l-Mekkiyye, s. 386 vd.; Fusûsu’l-Hikem, 30.

(14) Mektubât-ı Rabbânî, 31. Mektup; 286. Mektup

(15) Muvâfakatu’Ma’kul, 1/64,142,210,245; 2/74; Minhâcü’s-Sünne, 1/83,109,224; Naktu Merâtibi’l-İcmâ’, 168; Mecmû’u’l-Fetâvâ, 18/239; Şerhu Hadîsi’n-Nüzûl, 161

(16) Eş’ârî, Makâlâtü’l-İslâmiyyîn, 229; İsferâînî, et-Tabsîr fi’d-Dîn, 64; Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihâl, 87

(17) el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, 3/98 vd.; 4/327 vd.

(18) er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi’l-Cenneti ve’n-Nâr, s. 52 vd.

(19) Konunun ayrıntısına girmenin bu makalenin gayesini ve hacmini aşacağından konu hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: Dr. Ebubekir Sifil, İslamî Bilincin İhyası, s. 70 vd.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder