21 Temmuz 2015 Salı

İbn Arabî ile İbn Teymiyye İhtilafına Yaklaşımlar - 5 (İmam-ı Rabbânî ve Vahdet-i Şuhûd)

İmam-ı Rabbânî’ye göre; İbn Arabî, seyr-i sülûkta aşılıp geçilmesi gereken vahdet-i vücûd merhalesinde takılmıştır. Onun görüşleri ve algı dünyası da bundan olumsuz etkilenmiştir. Ona göre İbn Arabî’nin yapması gereken, vahdet-i vücûd mertebesini aşıp vahdet-i şuhûd mertebesine yükselmektir. Vahdet-i vücûd görüşü Ehl-i Sünnet itikadına aykırı olsa da vahdet-i şuhûd görüşü Ehl-i Sünnet’e aykırı değildir, Ehl-i Sünnet’in bizatihi kendisidir. Ona göre vahdet-i vücûd tasavvufta saplanılan yanlış bir görüştür. Doğrusu ise vahdet-i şuhûd olmalıdır. İmam-ı Rabbânî bunu şöyle anlatır:

“Tevhîd-i vücûdî, ilme’l-yakîn kabilindendir. Tevhîd-i şuhûdî ise ayne’l-yakîn kabilindendir. Tevhîd-i şuhûdî, tarikatın zorunlulukları arasındadır. Zira fena hali, onsuz tahakkuk edemez. Onunla tahakkuk etmeden de varlığın kendisinin bulunması kolay olmaz. …

“Burada bir misal verelim. Bir kimse, güneşin varlığını görüyor. Güneşi görürken elbette yıldızları göremez. Sadece güneşi görebilir. Yıldızları göremediği zaman, yıldızların var olmadığını söylemesi gerekmez. Yıldızların hala var olduğunu bilir. Lakin onlar kapanmış, güneşin ışığına mağlup olmuştur ve görülemez.

“Bu durumda hali anlatılan şahıs (vahdet-i vücûda inanan şahıs), bir cemaate göre inkar makamındadır. Çünkü güneşi gördüğü zaman yıldızların varlığını inkar etmektedir. “
(1)


İmam-ı Rabbânî’nin verdiği bu veciz örnek, konunun anlaşılması açısından çok değerlidir. Gündüz vakti yıldızları göremeyip sadece güneşi görebilen kişi “Sadece güneş var, ondan başka hiçbir şey yok.” derse, bu vahdet-i vücûd makamına benzer. Allah’tan başka hiçbir şeyin var olmadığına inanma makamıdır ki Ehl-i Sünnet’e aykırıdır. Eğer “Güneş de var, yıldızlar da. Ama ben şu an sadece güneşi müşahade edebiliyorum, yıldızları göremiyorum çünkü güneşin ihtişamı buna engel oluyor.” derse, bu ise vahdet-i şuhûd makamına benzer. Allah ile birlikte mâsivânın da varlığını ve Yüce Rabb’ın Zat’ından ayrı olduğunu ikrardır ki Ehl-i Sünnet’e aykırı değildir. Dolayısıyla İmam-ı Rabbânî, İbn Arabî'nin zuhûrât ve keşif aleminde edindiği müşahadeleri yanlış yorumladığına kânîdir. İbn Arabî zuhûrat aleminde yalnız Allah'ın müşahade edilebildiği makama gelmiş ve müşahadesini yorumlamada yaptığı hata üzerinden bir varlık anlayışı geliştirmiş, Allah'tan ayrı olan alemin varlığını inkar etmiş ve sadece Allah'ın var olduğuna kanaat getirmiştir. İmam-ı Rabbâni'ye göre ise tevhîd, varlıkta (yani vücûdda) değil, ârifin müşahadesinde (yani şuhûdda)dir. Ârif, zuhûrât aleminde yalnız Allah'ı müşahade edebildiği makama geldiğinde, Allah'ın dışındaki maddî/fizikî alemin (mâsivânın) varlığını inkar etmek zorunda değildir. Mâsivâ, Allah'ın varlığından ayrı olarak yine vardır ama ârifin müşahadesi dışındadır.


İmam-ı Rabbânî bir mektubunda şöyle demektedir:

“Bu satırların yazarı (olan ben), önceleri vahdet-i vücûd inancı taşırdım. Küçüklüğümden beri, vahdet-i vücûd hakkında bilgi sahibiydim. Her ne kadar o sıralarda manevî hal sahibi değil idiysem de bu konuda gönlümde vahdet-i vücûda karşı kesin bir inanç taşıyordum. O, maneviyat alemine adım attığımda ilk önce vahdet-i vücûd yolu önüme açıldı ve uzun süre bu makamın derece ve kademelerinde dolaştım. O makama uygun olan pek çok bilgiyi elde ettim. Vahdet-i vüdûd erbabının üzerine inen zorluklar, haller bu manevi açılışların ve bilgilerin akımı ile çözüldü. Bir süre sonra bana başka bir bağlantı (ilişki) hakim oldu. O bağlantı bana hakim olduğu sırada vahdet-i vücûd hakkında bana bir duruş geldi. Fakat bu duruş, vahdet-i vücûda hüsnüzan halinde olup onu inkar şeklinde değildi. Bir süre sonra o duruş halinde kaldım. Sonunda mesele vahdet-i vücûdu reddetme noktasına ulaştı. Vahdet-i vücûd derecesinin daha aşağı derece olduğu bana gösterildi ve ondan daha üstün olan gölgelik makamına ulaştırıldım.

“Bu reddetme meselesinde benim iradem yoktu. Namlı şanlı şeyhlerin bile üzerine çadırlarını kurdukları bu vahdet-i vücûd makamından dışarı çıkmayı istemiyordum. Ama o gölgelik makamına ulaşınca kendimi ve kainatı gölge gördüm. O zaman kendimin bu makamdan ayrılmamamı arzu ettim. Çünkü bu yüceliği ancak vahdet-i vücûdda zannediyordum. Genel yapısıyla bu makam da onunla ilgiliydi, ama takdir-i ilahi sonsuz bir lütuf ve bu fakiri koruma keremiyle beni bu makamdan da alarak yukarı götürdü ve kulluk makamına ulaştırdı. O zaman bu makamın yüceliği gözler önüne serildi ve açıkça belirginleşti de o geçmiş makamlardan tevbe ve istğfar etmeye başladım. Eğer bu acizi o yola kadar götürmeyip de bir makamın diğer makam üzerine üstünlüğünü göstermeseydi o zaman bu makamı bir düşüş sayardım. Çünkü bana göre vahdet-i vücûddan daha üstün bir makam yoktu.”
(2)


Bu suretle anlattığına göre İmam-ı Rabbânî, bir zamanlar kendisi de vahdet-i vücûd inancına saplanmıştı ve bu makamı ulaşabileceği en üst mertebe sanmaktaydı. Ama Allah’ın lütfu keremiyle ve yardımıyla bu makamı aşmıştı, vahdet-i şuhûd makamına yükselmişti. Yükseldiği makamda ise sahih itikadın vahdet-i vücûd olmadığına, Ehl-i Sünnet alimlerinin anlattığı itikad olduğuna şahit olmuştu.


Ebu’l-Hasen en-Nedvî merhum, el-Ubûdiyye isimli kitabından yola çıkarak İbn Teymiyye’nin de vahdet-i şuhûd görüşünü tanıdığını ve müridlerin tarikatta manevi dereceler elde etmeleri sırasında bu makamla karşılaştıkları gerçeğini bildiğini söyler. Ona göre İbn Teymiyye, vahdet-i şuhûd makamını, peygamberlerin ve onlara doğrudan bağlı olan sahabelerin makamından aşağıda, ama vahdet-i vücûd makamından yüksekte görmektedir. (3)


Aynı şekilde, son dönem otoritelerinden Muhammed Zâhid el-Kevserî, bu meseleyle alakalı olarak şunları söyler: 

"Vahdet-i vücûd, onu açıklığa kavuşturmak için ortaya konulan her gayretin zayi olduğu bir mevzudur. Hep müşahade edilegeldiği gibi, bu mevzunun derinliğine girenlerin ekseriyeti zararlı çıkmıştır. Bilindiği gibi şeriata bağlı kalanların tuttuğu yol, vahdet-i şuhûddur." (4)


İmam-ı Rabbânî, İbn Arabî hakkında ise şunları söylemektedir:

“Bu fakir, Şeyh Muhyiddin ibn Arabî’yi Allah katında makbul kimselerden kabul eder. Fakat onun, (halkın inançlarına ve Kur’an ile sünnetin zahirine aykırı olan) görüşlerini yanlış ve zararlı kabul eder. İnsanlar onun hakkında ifrat ve tefrit yolunu seçti de orta yoldan uzak kaldılar. Bir grup insan Şeyh’e dil uzatarak onu kötüledi. Onun marifet ve hak olarak gösterdiklerini yanlış gösterdi. Başka bir grup insan da Şeyh’i eksiksiz kabul ederek, ona tam uyarak, onun tüm marifet ve hak gösterdiklerini de başları üzerine koydu. Delillerle onların doğru olduğunu ispatlamaya çalıştılar. İki grubun da ifrat ve tefrit yollarını seçip orta yoldan uzaklaştıklarında şüphe yoktur.

“Ne tuhaftır ki Muhyiddin ibn Arabî’nin hak yolunda değerli kimselerden olduğu gözükse de, onun pek çok marifet ve hak yolda olanlara ters düşen görüşleri yanlış ve hatalı görünmektedir.”
(5)


İmam-ı Rabbânî’ye göre İbn Arabî’nin hataları, keşif hatalarıdır. Keşfe dayanan hata, müçtehidin hatası gibidir ve hatanın sahibi ayıplanmaz, mazur görülür. Lakin bu ikisinin mukallidleri arasında bir fark vardır. Müçtehidin mukallidi, sorumluluktan kurtulmuştur. Müçtehide uymakla hesaba çekilmeyecektir. Keşif ehlinin mukallidi ise hatalı kişiye uyduğu için hesaba çekilecektir. Çünkü keşif ehlinin hatalarını taklid etmek, sorumluluğu kaldırmaz. (6)


İmam-ı Rabbânî, o zamanlarda vahdet-i vücûd inancı taşıyan birçok Sûfî’nin içi boş kuru bir mukallidlik hevesiyle hareket ettiğini, bir kısmının içine zevk ve meşrep katılan kuru bilgiyle hareket ettiğini, bir kısmının ise doğrudan doğruya dalalet ve zındıklık sebebiyle vahdet-i vücûd inancı taşıdıklarını gözlemlediğini söyler. Onların, bir oyunla ve düzenbazlıkla şeriatın kendilerine yüklediği sorumluluklardan kurtulmaya çalıştıklarından bahseder. (7)


Kendisinden, Şeyh Abdülkerîm Yemenî’nin “Allah gaybı bilmez.” sözüne cevap vermesini isteyen Molla Hasan Keşmirî’ye yazdığı cevapta da şunları söyler:


“Ey Mahdum, bu fakirin o gibi ("Allah -hâşâ- gaybı bilmez." gibi) cümleleri dinlemeye asla tahamülü yoktur. Elimde olmadan böyle şeyleri duyunca Fârukî damarım kabarıyor. (8) O derecede ki, düşünmeye bile mecalim kalmıyor. Tevil ve tevcihe dahi yer yok. Ama bu söz kimden gelirse gelsin; ister Şeyh Abdülkerîm Yemenî’den, isterse Şeyh Muhyiddin ibn Arabî’den…

“Bizim Fusûs’a (İbn Arabî’nin kitabına) değil, nüsûsa (Kur’an ve Sünnet’e) tutunmamız gerekir. Fütûhât-ı Medeniyye (Medine şeriatı), bizim için Fütûhât-ı Mekkiyye’den daha yeterlidir.
(Yani Rasulullah’ın vahyi, İbn Arabî’nin keşfinden yeterlidir.) (9)


                         

Birçok alim, vahdet-i vücûd nazariyesinin ümmet üzerinde oluşturduğu tahribata engel olmak adına çaba harcamıştı. Lakin onlar genellikle zâhir ehli alimler oldukları için, etkileri izole bir yapıya dönüşmüş olan tekkelerin içinde hissedilemedi. Vahdet-i vücûd akımının önünü kesmede İmam-ı Rabbânî’yi bu denli başarılı kılan en büyük saikler, tasavvufun içinden ve hatta zirvesinden meseleye el atmış olması, yola çıkış noktasının Kur’an ve Sünnete dayanması ve hiç şüphesiz imanı, ihlası, Allah katındaki değeri ve samimiyetidir.


İmam-ı Rabbânî’nin Muhyiddin ibn Arabî ve vahdet-i vücûd konusundaki duruşu, bugün Selefîsi ile, Sûfîsi ile tüm Ümmet-i Muhammed’e örnek olması gereken bir tavırdır. Şahısları bayraklaştırmanın da, şahısları tekfir etmenin de hiçbir faydası olmadığı gerçeğinden yola çıkarak, başta Ashab-ı kiram, Tabiin ve Tebe’ü’t-tabiin olmak üzere istikamet ve itidal sahibi Ehl-i Sünnet alimlerinin Kur’an ve Sünnet’ten çıkardıkları sahih İslam çizgisine bağlanmak, bu çizgiye aykırı düşen görüş ve düşünceleri, şahısları tekfir ve kitleleri rencide etmeden reddetmek, bizlerden sadır olabilecek en makul duruş olsa gerektir.


Bir sonraki yazıda, muhtelif meşreplerden alimlerin İbn Arabî ve İbn Teymiyye ihtilafına yaklaşımları üzerinde duracağız inşallah…




Dipnotlar


(1) 43. Mektup


(2) 160. Mektup


(3) Risâlet el-Ubûdiyye, s. 85-88’den naklen Ebu’l-Hasen en-Nedvî, İmam-ı Rabbânî, s. 302 vd.

(4) Mukaddimâtu'l-İmam el-Kevserî, s. 554
(5) 266. Mektup


(6) 31. Mektup


(7) 43. Mektup


(8) İmam-ı Rabbânî hazretleri, Hz. Ömer efendimizin 28. kuşaktan torunu oluşuna telmih yapıyor. "Farukî damarım kabarıyor." cümlesiyle de bu tür görüş ve sözlerle karşılaştığında elinde olmadan hiddetlendiğini anlatıyor.


(9) 100. Mektup

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder