30 Haziran 2015 Salı

İbn Arabî ile İbn Teymiyye İhtilafına Yaklaşımlar - 1

İslam ümmetinin tarih boyunca etrafında belki de en ciddi şekilde kutuplaştığı iki zıt kutbun insanı: Muhyiddin ibn Arabi ve Takiyyüddin ibn Teymiyye…

Kökeni zühd hayatına ve dünyaya tenezzülsüzlüğe dayanan İslam tasavvufu, hicrî 6-7. yüzyıllardan itibaren tekkeleşme sürecine girdi.(1) Cehrî zikir, toplu zikir, sema, halvet gibi uygulamaların ilk kez gündeme geldiği ve yaygınlaştığı dönem bu dönemdir. Bu süreç, aynı zamanda bazı tarikatlarda yozlaşmaların baş gösterdiği bir zaman dilimini kapsar. İslam tarihine “İbahiyye” olarak geçmiş, seyr-i sülûkta çok yüksek mertebelere ulaştığı saikiyle ibadet ve taat mecburiyetinin kendi üzerinden kalktığına kail olanların olduğu; “Batıniyye” olarak bilinen ve Kur’an’ın zahiri manalarını göz ardı edip her ayete kendilerince batıni/gizli manalar giydirenlerin olduğu; hepsinden önemlisi vahdet-i vücud nazariyesinin çok geniş çevrelerce İslam’la bağdaşmayacak şekilde telif ve telkin edildiği bir dönemdir bu dönem. Doğal olarak birtakım tasavvuf çevrelerinde baş gösteren bu arızalara karşı, daha çok zahir ilimleriyle meşgul olan pek büyük İslam alimlerinin gerek o dönemde gerekse daha sonraki dönemlerde şiddetli çıkışlarını görmek mümkündür. İşte bu şiddetli çıkış yapan alimlerin itirazları arasında en haşmetli ve aşırı olanları; Takiyyüddin İbn Teymiyye’ye aittir. Elbette onun hedefindeki de; vahdet-i vücud nazariyesinin isnad edildiği zat olan Muhyiddin ibn Arabi…


Muhyiddin ibn Arabi, tasavvuf dünyasında sarsılmaz bir makamla özdeşleşmiş, “Şeyh-i ekber” yani en büyük şeyh ünvanıyla anılır olmuş, İslam literatüründe ömrü yüzyılları aşan bir ekol ve sistem oluşturmuş bir sufi mürşid. 560 (m. 1165)’ta Endülüs’te doğmuş, bilahare muhtelif seyahatler gerçekleştirmiş. En son Şam’da karar kılmış ve orada 638 (m. 1240)’de vefat etmiş. Onun vefatından 23 sene sonra, 661 (m. 1262)’de Harran’da Takiyyüddin ibn Teymiyye doğmuş. Babası da dahil olmak üzere ailesi ve sülalesi ilim mirasından nasibini almış ve bol bol fakih yetiştirmiş olan İbn Teymiyye, küçük yaşta hafız olmuş, ümmetin büyük hadis mecmualarını ezberlemiş, ileride de “Şeyhülislam” ünvanıyla anılır olmuş. Tıpkı Muhyiddin İbn Arabi gibi, Takiyyüddin ibn Teymiyye de yüzyılları aşkın bir ömrü olan ekolünün öncüsü kabul edilmiş. Okyanuslar gibi hafızası olan bu velud alim, enteresandır ki; Muhyiddin ibn Arabi’nin vefat ettiği ve kabrinin bulunduğu Şam mahallesinde çocukluğunu geçirmiş ve ilk ilim tahsilini tamamlamış.

Burada durup bir durum tespiti yapacak olursak: Önümüzde İslam tarihine damga vurmuş ve ekolleşmiş iki zat var. İkisi de İslam ümmeti içinde devasa kitleler tarafından ta’zim ve tebcil edilirken, yine büyük kitleler tarafından dalaletle ve sapkınlıkla suçlanmış. Günümüzde de bu içler acısı vaziyet devam etmekte. Öte yandan; Muhyiddin ibn Arabi, gerek kendi çağında, gerekse kendisinden sonra birçok alim tarafından şiddetli tenkitlere maruz kalmış, ki bu alimlerin içinde İbn Teymiyye çizgisine bağlılığıyla bilinen Selefiyyül meşrep olanlarla birlikte tasavvufa yakınlığıyla bilinen zül cenaheyn alimler de var. Aynı şekilde İbn Teymiyye’yi eleştiren alimler arasında da kendisini Selefî sayanlarla birlikte Sufî meşrepten gelen alimler de mevcut ve hatta çoğunluğu oluşturmakta. Yazı dizimizin ilerleyen bölümlerinde bu eleştirileri, bu eleştirilerin hakkaniyet derecelerine yönelik diğer bazı alimlerin görüşlerini birbiriyle mukayese ederek sunacağız inşallah. Ulaşmak istediğimiz netice de; gerek Muhyiddin ibn Arabi, gerekse Takiyyüddin ibn Teymiyye, gerekse bu iki zat arasındaki ihtilaf konusunda itidalli bir duruşa adım adım ilerlemek…

Yapılan araştırmalar, kendi döneminde gördüğü bazı aykırı tarikat uygulamalarına şiddetli tepki gösteren ve tabiri caizse “anti-tasavvufçuluk” olarak lanse edilen Selefî duruşun önderi olarak kabul edilen İbn Teymiyye’nin, tasavvuf tarihinin tekkeleşme döneminden öncesiyle bir problemi olmadığını gösteriyor. Abdülkadir Geylanî, Cüneyd-i Bağdadî, Fudayl bin İyad, Ebubekir eş-Şiblî, Hasan-ı Basrî, Ahmed er-Rufâî, Râbiâtü'l-Adeviyye gibi erken dönem zühd ehline yönelik beslediği saygı ve ihtiram bu kanaati hasıl ediyor. Zira bu zatlar bahis mevzuu ise İbn Teymiyye’nin ağzından adeta bal akıyor. Hatta ulaşabildiğimiz kaynaklarda bir kayıt göremesek de İbn Teymiyye’yi Sofiyye’ye dahil eden Sufî tabakat kitapları olduğu da edindiğimiz duyumlar arasındadır. İbn Teymiyye’nin, Abdülkadir Geylanî hazretlerinin “Fütûhu’l-Ğayb” adlı eserine yazdığı “Şerhu Kelimât min Fütûhu’l-Ğayb” adlı şerh çalışması, kimi çevrelerde bunu deneyimli bir Sufî’den başkasının başaramayacağı düşüncesini doğurur. Yine yaygın bir kanaattir ki, tıpkı İbn Teymiyye gibi Hanbelî mezhebinden olan Abdülkadir Geylanî hazretlerinin “Ğunyetü’t-Tâlibîn” adlı kitabı, her ne kadar tasavvuf çevrelerince sahiplenilmiş olsa da İbn Teymiyye’nin başını çektiği Selefî çizginin de kendini refere ettiği/edebileceği muhalled bir eserdir. Bu notlar, İbn Teymiyye’nin tasavvufa bakışıyla alakalı faydalı bir arka plan sunma açısından değerlidir. (2)

Meseleye bir de Muhyiddin ibn Arabi açısından bakalım: İbn Arabi’nin dalaletle, sapkınlıkla, bid’atçılıkla, sünnetten uzak olmakla itham edildiği herkesin malumudur. İbn Teymiyye’yi sık sık şeyhülislam ve imam olarak tavsif eden Ebu’l Hasen en-Nedvî merhum, Muhyiddin İbn Arabi’yi de “sünnete son derece bağlı, ibadetine düşkün, haramlardan sakınan, çilekeş, mücahedeci, nefsiyle şiddetli muhasebe yapan, şeytanın hilelerine ve nefsin oyunlarına tam olarak vakıf, arif, araştırmacı olan şeyh-i ekber” kelimeleriyle anlatır.(3) Nedvî merhumun, Muhyiddin ibn Arabi’nin Rasulullah (sav.)’in sünnetine bağlı olduğunu dile getirirken yola çıkış noktası şudur: Muhyiddin ibn Arabi, fıkıh ve usul-i fıkıh ekolleri arasında, ayetin ve hadisin görünen manasının dışına çıkılmasını en çok yasaklayan, yoruma ve kıyasa asla müsaade etmeyen Dâvud ez-Zâhirî’nin kurucusu olduğu Zâhirî mezhebindendir. Dahası, İbn Arabi’nin eserlerine ileri düzeyde vukufiyetiyle bilinen İmam Şa’rânî, konuyla ilgili olarak şunları söyler: “Şeyh Muhyiddin ibn Arabi, Fütuhât-ı Mekkiyye adlı eserinde Ebû Hanîfe’nin her zaman ‘Allah’ın dininde kendi reyinizle görüş belirtmekten sakının. Sünnete tabi olun. Sünnetten ayrılan dalalete düşer.’ dediğini senediyle birlikte nakletmiştir.”(4) Yine İmam Şa’rânî, İbn Arabi’nin Fütuhât-ı Mekkiyye’nin yetmiş üçüncü bâbında şöyle dediğini nakleder: “Allah-u teala’nın haram ettiklerinden vera’ üzere olmayan, marifetullaha ulaşamaz, isterse Hz. Nuh’un ömrü kadar Allah-u teala’ya ibadet etsin.”(5) Muhyiddin ibn Arabi’nin, İmam Ebu Hanife hazretlerinin sünnete bağlılıktan kopmamayı vurgulayan duruşunu kendisine örnek aldığı ve haramlardan kaçınmayı marifetullaha ulaşmanın olmazsa olmaz şartı olarak gördüğü bir tabloyla karşı karşıyayız…

Devamı gelecek inşallah…


Dipnotlar:

(1) Prof. Dr. Ziya Kazıcı, İslam Müesseseleri Tarihi, s. 206 vd.



(2) Bu konuda geniş bilgi için bkz. es-Seyyid Muhammed ibn Alevî el-Mâlikî - Mefâhim (tercüme: Düzeltilmesi Gereken Kavramlar)


(3) Nedvî, İmâm-ı Rabbânî, s. 297


(4) Şa’rânî, Mîzânü’l-Kübrâ, 1/91


(5) Şa’rânî, Mîzânü’l-Kübrâ, 1/56

26 Haziran 2015 Cuma

Orucun Başladığı An ve Siyah İplik - Beyaz İplik Meselesiyle İlgili Notlarım

Gene tartışılmaya başladı eksik olmayan mevzumuz: Oruca erken mi başlıyoruz? Diyanet bizi aldatıyor mu? Allah’ın Kur’an’da buyurduğu ile diyanetin uyguladığı birbirinden farklı mı?

Baktığın zaman önemsiz bir tartışma gibi geliyor kulağa ama ben öyle düşünmüyorum. Allah’ın hakkında ayet indirdiği, Rasulullah’ın tebliğ ve tebyin ettiği, ümmetin en büyük fıkıh kitaplarına girmiş olan bir mesele nasıl olur da önemsiz olur? Hayatında tuttuğu tüm oruçların mahşer günü geçersiz sayıldığı adamın cehennemde kaç sene azap çekebileceğini varın hayal edin…

Aklımızı karıştıran birileri var doğru. Koskoca ülke topyekün aynı anda sahur yapıp oruca başlıyorsa sen neden kanal kanal gezip insanları sahurdan bir-bir buçuk saat sonra dahi yemek yemeye cebrediyorsun? Her kafadan bir ses çıkıyor, herkes kendi görüşüne uymakta ve propogandasını yapmakta zerre kadar beis görmüyor. İşte böyle bir ortamda alimlerin söylediklerine bir göz atmam gerektiğini düşündüm. Gerçekten oruca erken başlayıp başlamadığımızı merak ettiğimden değil. Sadece meseleyi kendi zihnimde açıklığa kavuşturmak istiyordum. Bunun için de önce fıkıh kitaplarına müracaat etmeye başladım. Hanefiyim ya, Mebsut’u açtım. Şöyle diyordu İmam Serahsi:

“İlk dönemlerde orucun vakti, kişi yatsı namazını kıldığı veya uyuduğu andan itibaren başlıyordu. Nitekim bizden öncekilerin şeriatlerinde de durum böyle idi. Daha sonra Allahu Teâlâ, bu ümmete işi hafifletti. Orucun başlama vaktini; “Sabahın beyaz ipliği siyah ipliğinden ayırt edilinceye kadar yiyin için…” (el-Bakara, 2/187) buyruğu ile fecrin doğuş anı yaptı. Ebu Ubey, “beyaz iplik” kelimesini fecr-i sadık, “iplik” kelimesini de renk olarak açıklamıştır. Adiy b. Hâtim’in Peygamber (sav)’den rivayet ettiği bir hadiste de Rasulullah (sav.) ayetteki beyaz ve siyah iplikten maksadın gündüz beyazlığı ve gecenin karanlığı olduğunu(1) söylemiştir.”(2)

İmam Serahsi’nin cümlelerinden çıkarılacak sonuç çok netti. Hanefi mezhebine göre orucun başladığı an, ikinci fecrin yani fecr-i sadığın doğduğu an idi. Birinci-ikinci fecir olayı da şu idi: ilk önce ufukta dikine bir aydınlanma oluyordu gece içerisinde. Sonra yok oluyordu. Bu birinci fecir, yalancı fecirdi. Buna aldanmamak gerekli. Ondan bir süre sonra da yatay uzanıp yavaş yavaş havayı aydınlatan ikinci ve gerçek fecir geliyordu. İşte bizim kabul ettiğimiz fecir budur. Devam edeyim dedim. Başvurduğum ikinci kaynak, tabii ki Ömer Nasuhi Efendi’nin Büyük İslam İlmihali idi. Fetava-i Hindiyye’de de aynı minvalde geçen meseleye dair Hocaefendi şöyle diyordu:

“Orucun vakti ikinci fecirden başlayarak güneşin batışına kadar devam eden müddettir. Bununla beraber, ikinci fecrin ilk doğuşu anına mı, yoksa aydınlığın ufukta uzanıp dağılmaya başladığı zamana mı itibar olunacaktır meselesinde ihtilaf vardır. Bazı alimlere göre, ikinci fecrin ilk doğuşu anı esastır. İhtiyata en yakın olan görüş de budur. Diğer bazı alimlere göre, aydınlığın biraz uzayıp dağılmaya başladığı zamana itibar edilmelidir. Oruç tutacaklar hakkında daha elverişli olan da budur. … Fecrin doğuşunda şüpheye düşen kimse için faziletli olan, yiyip içmeyi bırakmaktır. … Fecrin doğuşunu iyice kestiremeyen için, bir an önce oruca başlamak ve güneşin battığını kestiremeyen için de, hemen orucu bozmamak ihtiyat gereğidir.”(3)

Şimdi çarşı karışmıştı. Olaya yeni bir boyut eklenmişti: Fecrin doğmaya başladığı ilk an mı, yoksa ufukta fecr ışıklarının biraz yayıldığı an mı oruca başlamak gerek? Devam edeyim dedim. Yusuf Kerimoğlu hocanın Emanet ve Ehliyet’ine baktım. Şöyle diyordu:

“İmam Serahsi; bu ayet-i kerimede zikrolunan “siyah ve beyaz iplik” kelimelerinin renk manasına kullanıldığını; ufuktaki yaygın beyazlığın zahir olması ile orucun başlayacağını kaydetmektedir. Esasen Hanefi fukahası; orucun vaktinin fecr-i sadıkla başlayacağı ve güneş batıncaya kadar devam edeceği hususunda müttefiktir. Bu hususta tek bir ihtilaf göstermek mümkün değildir. Bununla beraber; bu ikinci fecrin (fecr-i sadığın) ilk doğduğu ana mı, yoksa beyazlığın ufukta dağılmaya başladığı zamana mı itibar edileceği hususunda farklı görüşler mevcuttur. Şemsüleimme Hulvani bu hususta: ‘Birinci kavle uymak daha ihtiyatlıdır. İkinci kavil ise daha geniştir.’ demiştir. Muhiyt’te de böyledir. Alimlerin çoğu da bu görüşü benimsemişlerdir. Hızanetü’l Müftin’de böyle zikredilmiştir.”(4)

Yusuf Kerimoğlu hocanın kitabına bakmakla birçok kaynağın içeriğine ulaşma imkanım oldu. Fetava-i Hindiyye, El-Hidaye, Muhiyt gibi kaynaklardaki ortak görüş bu minvaldeydi. El-Hidaye’de şunlar yazıyordu:

“Orucun vakti, tanyerinin ağarması ile başlayarak akşam güneş batıncaya kadar devam eder. Zira Cenab-ı Hakk; ‘Tanyerinde, beyaz iplik siyah iplikten sizce ayırt edilinceye kadar yiyip için, sonra orucu geceye kadar tamamlayın’ buyurmuştur. Beyaz iplik ile siyah iplik, gündüzün beyazlığı ile gecenin siyahlığıdır.”(5)

Şu ana kadar araştırdığım kaynaklardan anladığım şuydu: ayette bahsedilen “siyah iplik ile beyaz ipliğin ayırt edileceği vakit”ten ikinci fecr (gerçek fecr =fecr-i sadık) kast ediliyordu. Orucun başlangıç vakti fecr vaktiydi ama fecrin ilk doğduğu an ile ufukta biraz yayıldığı an arasından hangisine uyacaktım? Doğrudan İmam Azam hazretlerinin görüşüne başvurmak istedim. İmamımız şöyle diyordu:

“Orucun vakti; ikinci fecrin doğumundan başlar, güneşin batışına kadar sürer.”(6)


İbn Rüşd, meseleye diğer alimlerden daha fazla yer vermişti. Şunları anlatıyordu:

“Ulema, ‘Orucun başlangıç vakti nedir?’ diye ihtilaf etmişlerdir. Cumhur: ‘imsak (yani fecr) vakti tanyerinin ağarması ile başlar. Zira Peygamber Efendimiz (sav.) fecri bu şekilde tarif etmiş ve Cenâb-ı Hakk: ‘Tan yerinde, beyaz iplik siyah iplikten sizce ayırt edilinceye kadar yiyip içiniz.’ buyurmuştur.’ demişlerdir. Kimisi de: ‘İmsak vaktinin başlangıcını takip eden kırmızılığın çıkmasıdır.’ demişlerdir. Bu da Huzeyfe ile İbn Mes’ud’dan rivayet olunmuştur.

“Bu ihtilafın sebebi, hem bu mevzuda gelen rivayetlerin çeşitli olması, hem de FECİR kelimesinin tan yerinde doğan beyazlıkla bu beyazlığı takip eden kırmızılığın ikisine de denilmesidir. Sözü geçen rivayetlerden biri Zerr’in Huzeyfe’den naklettiği “Peygamber (sav) ile birlikte sahur yedim. Diyebilirim ki hava aydınlanmıştı ancak güneş henüz doğmamıştı.” mealindeki hadistir. Ebu Davud da Kays b. Talk yolu ile Kays’ın babasından Peygamber (sav)’in “Yiyip içiniz ve tan yerinde parlayıp yükselen beyazlık sizi kuşkulandırmasın. Ne zaman ki kırmızılık doğarsa yemeyi-içmeyi bırakırsınız.” diye buyurduğunu rivayet etmektedir. Ebu Davud: ‘Bu, Yemamelilerin aşırı gidip söyledikleri bir şeydir ki şazz bir görüştür.’ demiştir. …

“İmsak vaktinin başlangıcı tan yerinin ağarmasıdır diyenler –ki cumhurdur ve mutemet olan görüş de budur- yemek içmek bizzat tan yerinin ağarması ile mi yoksa tan yerinin ağardığının anlaşılması ile mi haram olur diye ihtilaf etmişlerdir. … İmam Malik’ten meşhur olan görüşe göre, fecrin doğuşuna kadar yenilip içilebilir ki cumhur da buna kaildir. Kimisi de ‘Fecrin doğuşundan önce yani fecir daha doğmamışken yiyip içmeyi bırakmak lazımdır’ demişlerdir. Cumhurun görüşünün delili, Buhari’de kayıtlı olan ve bazı rivayetleri “İbn Ümmi Mektum ezan okuyuncaya kadar yiyip için. Çünkü o fecir doğmadan ezan okumaz.” şeklinde olan hadis-i şeriftir.”(7)

İbn Rüşd’ün yazdıkları gerçekten ufkumu aydınlattı. Ortada 3 görüş vardı. Birisi imsaktan (yani fecrden) biraz önce oruca başlamak gerektiğini söyleyenlerin görüşü. Bu içlerinde en ihtiyatlısı idi. Dolayısıyla bunla ilgili hiçbir sıkıntı yoktu. İkinci görüş -ki bu ulemanın çoğunluğunun görüşü imiş- orucun imsak vaktiyle birlikte başladığı görüşü. Bu da kendi içinde ikiye ayrılıyordu. Birisi imsak vaktinin ilk ışıklarıyla birlikte orucun başlayacağı, diğeri de imsak ışıklarının ufukta biraz yayıldığında orucun başlayacağı. Ve son görüş de imsaktan sonra ve güneş doğmadan önce ufuktaki kırmızılıkla birlikte orucun başlayacağı. İmam Ebu Davud bu görüşü Yemamelilerin şazz görüşü olarak saymış. Ama onların da bu görüşlerini dayandırdıkları bazı hadisler vardı. Mesela, Huzeyfe (r.a.), Rasulullah (sav.) ile sahur yaptığını, sahur esnasında havanın aydınlık olduğunu ama güneşin henüz doğmadığını söylemişti. Şimdi çarşı daha da karışmıştı. Meselenin fıkhî boyutuna burada ara verip hadis boyutuna girmem gerekiyordu.

İşe Bakara 187’nin nüzul sebeplerine bakmakla başladım. İlgili rivayetlerin çoğu, Hz. Ömer ve İkrime (r.a.)’nın başından geçen olaylarla alakalı idi. Bu da başta İmam Serahsi’den naklettiğimiz, insanların önceleri yatsı namazıyla birlikte oruca başladıklarını gösteren rivayetlerdi. Sonra şu rivayete rastladım, son derece dikkat çekiciydi:

“Sehl b. Sa’d’dan rivayet ediliyor: “Beyaz iplik siyah iplikten seçilinceye kadar yeyin için.” ayeti nazil olmuş, ancak ayetteki “minel fecr” (fecirden) kelimesi henüz nazil olmamıştı. Müslümanlardan bazıları ayaklarına bir siyah, bir de beyaz ip bağlar ve bunları birbirinden seçebilinceye kadar yiyip içmeye devam ederlerdi. Bunun üzerine “minel fecr” kaydı da nazil oldu ve böylece beyaz iplik ile siyah ipliğin gündüzün aydınlığı ve gecenin karanlığı olduğu anlaşılmış oldu. Bu haber Buhari ve Müslim’de de yer almaktadır.”(8)

Bakara 187 ayeti de bu suretle inmiş. Önceleri ayetin meali “beyaz iplikle siyah iplik ayırt edilinceye kadar yiyip için” iken, bazı sahabelerin bir siyah bir de beyaz iplik alıp onları birbirinden ayırt edebildikleri vakte kadar yiyip içtikleri görülünce Allah teala, ümmete kolaylık olması için ayete yeni bir kelime eklemişti. Ayetin yeni meali “fecrin beyaz ipliği ile siyah ipliği ayırt edilinceye kadar yiyip için” olmuştu. Ayetin yeni halinde özellikle bir fecr vurgusu yapılmıştı yani. Şimdi çarşı daha da karışmıştı. Acilen tefsirlere bakmam gerekiyordu. Elmalılı Hamdi Efendi, şunları söylüyordu:

“… Beyaz iplik seçildiği zaman imsakın da başlaması farzdır. Şüpheli olursa yememek müstehabdır. Yenirse kaza lazım gelmez. Çünkü seçilim ortaya çıkmak kesin bilgi demektir. Bu ‘minel fecr’ (fecirden) kaydının sonradan nazil olduğu rivayet edilmiştir. Şöyle ki: Bundan önce bazı kimseler biri beyaz, biri siyah iki iplik alır; bunlar birbirinden seçilinceye kadar imsak yapmazlarmış. Bu hadise üzerine ‘minel fecr’ açıklaması nazil olarak, kastedilen mana açıklanmış. Beyaz iplik hakikat olmayıp bilinen bir mecaz olan fecrin başlangıcı olduğu ve şer’i günün buradan başladığı anlaşılmıştır.

“… İşte bu izin içinde fecrin, beyaz iplik gibi doğu ufkunda görülmeye başladığı anı aşmamak şartıyla gecenin sonuna kadar yiyip içiniz, eşlerinizle cinsî münasebette bulununuz, sonra da o andan itibaren tutup, ertesi geceye kadar orucu tamamlayınız, orucu tam olarak tutmuş bulununuz. … Beyaz ipliğin görülmesinden itibaren tutulmazsa oruç sahih olmaz. Gecenin başından sonuna kadar hiçbir bölümü, orucun vakti değildir. Bunda orucu bozan şeylerin hepsi mubahtır.”(9)

Ömer Nasuhi Efendi, şöyle tefsir etmişti ayeti:

“Ve sizler için fecrin beyaz ipliği gecenin siyah ipliğinden tebeyyün edinceye kadar sabahleyin şafak söküp tan yeri iplik gibi ağarıncaya kadar = sabahın bir beyaz hattı ziyaisi zuhur edip imsak vakti oluncaya değin yiyiniz ve içiniz, mübaşerette bulununuz, bunlar size helaldir.”(10)

Celaleyn tefsirinde şunlar söylenmişti:

“Ve sizler için fecri beyaz ipliği siyah ipliğinden tebeyyün edinceye, zahir oluncaya kadar bütün gece içinde yiyiniz ve içiniz. “Minel fecr” lafzı beyaz ipliği beyan edicidir. Siyah ipliğin beyanı ise mahzuftur. Yani “gecenin siyah ipliği” Bu ayetten zahir olan beyazlık ve onunla beraber uzayan karanlık uzama hususunda beyaz ve siyah ipe benzetildi. Sonra orucu fecirden geceye güneşin batmasıyla gecenin girmesine kadar tamamlayınız. …” (11)

Kadı Beydavi de ayetle ilgili şunları söylemişti:

“Şafaktan ufka yayılan ilk görünen şey ve onunla beraber gecenin karanlığından uzanan şey beyaz ve siyah iki ipliğe benzetilmiştir. Minel fecr demekle beyaz iplikle yetinilip siyah iplikten bahsedilmemesi, anlaşıldığı içindir. Böyle demekle istiareden temsile çıkılmıştır. “Min”in ba’z manasına gelmesi de caizdir, çünkü görünen şey şafağın bir kısmıdır. Rivayete göre ayet inmişti, içinde minel fecr kaydı yoktu. Bunun üzerine bazı adamlar yanlarına siyah ve beyaz iki iplik aldılar. Bunlar belli oluncaya kadar yiyip içtiler. Bunun üzerine bu kayıt indi. Eğer bu rivayet doğru ise belki de Ramazan girmeden önce idi. Beyanın ihtiyaç anına kadar tehiri caizdir. Önce içtihat ederek bilmeleriyle yetinilmiş, sonra da bazılarına karışık geldiği için açıklanmıştır. …”(12)

Kadı Beydavi tefsirini okuyunca beynimde şimşekler çaktı. Önceleri ayette “minel fecr” kaydı yoktu. Yani fecir vurgusu yoktu. Sonradan “minel fecr” kelimesi indi ve istiareden temsile çıkıldı. Yani arada siyah iplikle beyaz ipliğin ayırt edilmesinden kast edilen mananın yanlış anlaşıldığına dair örneklerin bulunduğu bir süreç vardı. Huzeyfe (r.a.)’ın “Rasulullah’la sahur yaptım, güneş doğmamıştı ama hava aydınlıktı.” dediği rivayet aklıma geldi. Acaba bu rivayet de tam da Kadı Beydavi’nin bahsettiği geçiş sürecine mi aitti? Acaba Huzeyfe (r.a.), Rasulullah (sav) ile bu sahuru yaptığında, ayetteki “minel fecr” kaydı henüz inmemiş olabilir miydi? Belki de ayetin tamamı inmemişti, Allahu alem... Rivayet tefsirlerine bakmam gerektiğini anladım. İmam Suyuti ve İbn Kesir’de dikkatimi çeken rivayetler şunlardı.

“Süfyan b. Uyeyne, Said b. Mansur, İbn Ebi Şeybe, Ahmed b. Hanbel, Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Taberi, İbnul Münzir ve Beyhaki, Adiy b. Hatim’den bildiriyor: “Beyaz iplik siyah iplikten sizce ayırt edilinceye kadar yiyin için.” ayeti nazil olduğu zaman biri siyah biri de beyaz olmak üzere iki ip edindim ve bunları yastığımın altına koydum. Şafak söktüğünde onlara baktım, ama siyahı beyazından ayırt edemedim. Sabah Rasulullah’ın yanına gittim ve bu yaptığımı anlattım. Rasulullah da güldü ve “Böyle yaptığına göre yastığın da pek geniş olmalı. Onlardan kasıt gecenin karanlığı ile gündüzün aydınlığıdır.” buyurdu.”

“İbn Ebi Şeybe’nin bildirdiğine göre Cabir el-Cufi’ye “tan yerinin siyah ipliği beyaz ipliğinden ayırt edilinceye kadar” buyruğunun ne anlama geldiği sorulunca şu karşılığı verdi: “Said b. Cübeyr bunun ufuktaki kızıllık olduğunu söyledi.”

“Firyabi, Abd b. Humeyd ve İbn Cerir’in bildirdiğine göre Ali b. Ebi Talib tanyeri ağarmaya başlayınca “İşte beyaz ipliğin siyah iplikten ayırt edilme zamanı bu zamandır.” demiştir.”

“Buhari ve Müslim’in Hz. Aişe’den bildirdiğine göre Hz. Peygamber (sav): “Bilal’in okuduğu ezan sahurunuza engel olmasın. Zira o henüz gece iken ezan okur. İbn Ümmi Mektum’un ezan sesini duyuncaya kadar yemeye içmeye devam edin. Zira İbn Ümmi Mektum esas fecir doğunca ezanı okumaktadır.” buyurmuştur.”


Bu rivayetlerle, ayette geçen beyaz ip ile siyah ipin ayırt edildiği vaktin fecir yani imsak vakti olduğu kesinleşmiş oldu. Lakin hala ortada açıklayamadığım bir yer vardı. Fecrin ilk doğduğu an mı, yoksa ufukta biraz yayıldığı ve kırmızılaştığı an mı? Bu soru aklımı kurcalarken Müslim’de karşılaştığım bir rivayette şu ayrıntıya rastladım. Aslında meseleyi kökten çözecek olan yer burasıydı. Hz. Aişe ve Abdullah b. Ömer, “Rasulullah ‘Bilal’in ezanı sahurunuza engel olmasın. O henüz geceyken ezan okur. İbn Ümmi Mektum’un ezanını duyuncaya kadar yiyip içmeye devam edebilirsiniz.’ buyurdu.” dedikten sonra şunu eklemişlerdi: “Bilal’in okuduğu ezanla İbn Ümmi Mektum’un okuduğu ezan arasında, birinin inip diğerinin çıkacağı kadar bir vakit vardı.”

Sonunda muazzam bir ipucu bulmuştum ve meseleyi kökten halletmek için her zaman olduğu gibi yine hadis ve fıkıh ilimlerinin sertacı olan İmam Tahavi’ye başvurdum. İmamımız Hz. Huzeyfe’den “Rasulullah’la sahur yaptım, henüz hava aydınlıktı ama güneş doğmamıştı.” şeklinde nakledilen rivayeti zikrediyor ve rivayet hakkında yukarıda da değindiğim istikamette şunları söylüyordu:

“Bu rivayete göre, orucun ilk vakti güneşin doğuşundan itibaren başlamaktadır. Güneşin doğuşundan önceki vakit gece hükmündedir. Bize göre –doğrusunu yine de en iyi Allah bilir- bu durumun, Allah azze ve celle’nin indirdiği “Beyaz ipliği siyah iplikten seçebildiğiniz zamana kadar yiyip için.” ayetinden sonra fakat bu ayetteki “minel fecr” kaydı inmeden önce geçerli olması ihtimali vardır. …

“Dolayısıyla Allah azze ve celle’nin indirmiş olduğu “minel fecr” kaydı Huzeyfe’nin dikkatinden kaçmış, başkaları ise bunu bilmişlerdir. Bu sebeple Huzeyfe, neshedici hükmü bilmediği için bildiği kadarıyla amel etmiş, ancak diğerleri bu neshedici hükmü bildikleri için onu benimsemiş ve ona göre davranmışlardır. Bu itibarla bu konuyla ilgili bir şeyler bilen kimsenin görüşü, onu bilmeyenden daha benimsenmeye değer olmaktadır. Bütün ilim ehli, orucun fecrin doğmasıyla birlikte başlayıp güneşin batmasıyla da son bulduğu görüşünde hemfikirdir. Ayrıca bu konuda Rasulullah (sav)’den de bu görüşü destekleyen hadisler nakledilmiştir. (Hadisleri naklediyor.)

(Devamında “Bilal’in ezanı sahurunuza engel olmasın, İbn Ümmi Mektum’un ezanını duyana kadar yiyip içebilirsiniz” hadisini naklettikten sonra) Aişe (r.a.) dedi ki: ‘Bilal ile İbn Ümmi Mektum arasında sadece birinin inip diğerinin çıkacağı kadar bir zaman vardı.’


“Bu hadisten İbn Ümmi Mektum’un ezanının, Bilal’in henüz fecr doğmadan önce gece vakti okuduğu ezana yakın olduğu anlaşılmaktadır.

“Rivayet ettiğimiz bu hadislere göre, oruçta dikkate alınması gereken şey fecrin doğmasıdır. Bu vakitte artık oruçlunun yeme-içmesi haram olur. Bu da Allah azze ve celle’nin “Fecr vakti beyaz ipliği siyah iplikten seçebildiğiniz zamana kadar yiyin, için sonra geceye kadar orucu tamamlayın.” ayetiyle uyum arz etmektedir.

“Sonuç olarak; bu ayet, muhkem bir ayettir ve hadisler de sahih hadislerdir. Dolayısıyla –doğrusunu yine en iyi Allah bilir- bu konunun başında rivayet etmiş olduğumuz Huzeyfe hadisinin, bu ayet ve hadislerden öncesine ait veya diğer bazı ayet ve hadislerin nesh ettiği bir rivayet olduğu kanaatindeyiz.”(13)

“O halde bu bölümde açıkladığımız şekilde mensuh olması mümkün olan bir hadise bakılarak Yüce Allah’ın kitabındaki açık bir ayeti, Raslulullah (sav)’den mütevatir olarak gelmiş, ümmet tarafından kabul edilmiş, günümüze kadar gereğince amel edilmiş hadisleri terk etmek icap etmez.

“Bu, Ebu Hanife’nin, Ebu Yusuf’un ve Muhammed’in –Allah onlara rahmet eylesin- de görüşüdür.”(14)


Şimdi meseleyi toparlama zamanı gelmişti. Ortada birbiriyle uyuşmayan rivayetler vardı. Kaynaklardan edindiğim bilgiler sayesinde bunların aralarını bulmuştum. Said b. Cübeyr’den “Siyah iplik ile beyaz ipliğin ayırt edilebildiği vakit” cümlesinden kastedilenin “ufuktaki kırmızılık” olduğunu rivayet eden Cabir el-Cufi, İmam Azam hazretleri tarafından yalancılıkla itham edilmişti.(15) Dahası, Hz. Ali efendimiz, fecrin kırmızılığını değil de fecrin doğmaya başladığı anı ayette kast edilen vakit olarak tefsir etmişti. Hz. Huzeyfe Rasulullah ile sahur yaptığını ve havanın aydınlık olduğunu söylemişti ama bu sahuru yaptıklarında henüz Bakara 187’ye “minel fecr” kaydının inmemiş olduğu kuvvetle muhtemeldi. İmam Tahavi hazretleri de bu görüşteydi. Zira, ayete “minel fecr” kaydı eklenene kadar geçen zaman, bazı sahabilerin ayeti yanlış anladıkları bir geçiş süreciydi ve henüz fecir vurgusu yapılmamıştı. Ayrıca, Hz. Peygamber, Hz. Bilal’in ezanının sahabileri kuşkulandırmaması gerektiğini söylüyordu. Çünkü Bilal, ezanı gece okuyordu, henüz imsak girmeden. İbn Ümmi Mektum’un ezanına kadar yiyip içebileceklerini söylüyordu Hz. Peygamber. Peki İbn Ümmi Mektum, Bilal’den çok mu sonra ezan okuyordu? Hayır. Sadece birinin damdan inip diğerinin çıkacağı kadar bir süre sonra… Yani birkaç dakika sonra.

Bilal ezan okuyacaktı, hem de imsak girmeden önce, henüz geceyken, hava kapkaranlıkken yani. Ondan birkaç dakika sonra da imsak girecek, İbn Ümmi Mektum ezan okuyacaktı. Birkaç dakikada hava ne kadar aydınlanabilirdi ki? Ama İbn Ümmi Mektum fecir girdiğinde okuyordu ezanı. Demek ki asr-ı saadette de oruca fecir vaktinde başlıyorlardı ve fecir vakti de havanın kapkaranlık olduğu andan sadece birkaç dakika sonraydı. Göğün berrak olduğu ve elektrikler kesik olduğu için ampullerin çalışmadığı o çağda bile ufukta yayılmasını değil de fecrin ilk anını esas alan Müslümanlar, bugün ışıl ışıl şehirlerde, kontamine olmuş gökyüzünün altında ufka bakarak oruca başlamaya çalışıyorlar. Ben de diyorum ki; deliller, hadisler, fıkıh ve alimler, hatta akıl ve mantık, oruca başlandığı an havanın hala karanlık olması gerektiğini, bununla birlikte fecrin ilk ışıklarıyla birlikte ufukta beliren beyaz ipliğin görülebildiği an oruca başlamak gerektiğini, bunun da ışıl ışıl şehirlerde anlaşılmasının mümkün olmadığını gösteriyor. Hem de gün ışığı kadar açık seçik bir şekilde. Benim bu küçük çaplı araştırmadan çıkardığım sonuç, diyanetin bizi kandırmadığı, doğru hesapladığı yönünde. Hatta geç bile başlatıyor olabilir, ama bu araştırmadan sonra erken başlatmadığından eminim. Çünkü gecenin en karanlık anı, şafak sökmeden hemen öncedir.

(Hadisleri ve Rasulullah (sav)’in sünnetini kaale almayan, devredışı tutan zihinler, oruca bırakınız bir saat geç başlamayı, imsakın iftar, iftarınsa imsak olduğunu bile iddia edebilirler. Önümüzdeki senelerde görebiliriz hep birlikte.)


Dipnotlar:


(1) Buhârî, Savm 16; Müslim, Sıyâm 33; Ebû Dâvud, Sıyâm 17; Tirmizî, Tefsir 3
(2) Serahsî, Mebsût, 3/78
(3) Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, s. 280
(4) Yusuf Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet, 1/415
(5) El-Hidâye, 1/262
(6) El-İhtiyâr, s. 115
(7) İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid ve Nihâyetü’l-Müktesid, 1/373 vd.
(8) Taberî, Câmiu’l-Beyân, 2/100; Vâhıdî, Esbâbu’n-Nüzûl, s. 39
(9) Hak Dini Kur’an Dili, 2/15 vd.
(10) Kur’anı Kerim’in Türkçe Meali Âlisi ve Tefsiri, 1/183
(11) Celaleyn Tefsiri, 1/89
(12) Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, 1/251
(13) Tahâvî, Ahkâmu’l-Kur’ân, 2/181 vd.
(14) Tahâvî, Şerhu Meâni’l-Âsâr, 3/373
(15) Tirmizî, Kitâbu’l-İlel