30 Haziran 2015 Salı

İbn Arabî ile İbn Teymiyye İhtilafına Yaklaşımlar - 1

İslam ümmetinin tarih boyunca etrafında belki de en ciddi şekilde kutuplaştığı iki zıt kutbun insanı: Muhyiddin ibn Arabi ve Takiyyüddin ibn Teymiyye…

Kökeni zühd hayatına ve dünyaya tenezzülsüzlüğe dayanan İslam tasavvufu, hicrî 6-7. yüzyıllardan itibaren tekkeleşme sürecine girdi.(1) Cehrî zikir, toplu zikir, sema, halvet gibi uygulamaların ilk kez gündeme geldiği ve yaygınlaştığı dönem bu dönemdir. Bu süreç, aynı zamanda bazı tarikatlarda yozlaşmaların baş gösterdiği bir zaman dilimini kapsar. İslam tarihine “İbahiyye” olarak geçmiş, seyr-i sülûkta çok yüksek mertebelere ulaştığı saikiyle ibadet ve taat mecburiyetinin kendi üzerinden kalktığına kail olanların olduğu; “Batıniyye” olarak bilinen ve Kur’an’ın zahiri manalarını göz ardı edip her ayete kendilerince batıni/gizli manalar giydirenlerin olduğu; hepsinden önemlisi vahdet-i vücud nazariyesinin çok geniş çevrelerce İslam’la bağdaşmayacak şekilde telif ve telkin edildiği bir dönemdir bu dönem. Doğal olarak birtakım tasavvuf çevrelerinde baş gösteren bu arızalara karşı, daha çok zahir ilimleriyle meşgul olan pek büyük İslam alimlerinin gerek o dönemde gerekse daha sonraki dönemlerde şiddetli çıkışlarını görmek mümkündür. İşte bu şiddetli çıkış yapan alimlerin itirazları arasında en haşmetli ve aşırı olanları; Takiyyüddin İbn Teymiyye’ye aittir. Elbette onun hedefindeki de; vahdet-i vücud nazariyesinin isnad edildiği zat olan Muhyiddin ibn Arabi…


Muhyiddin ibn Arabi, tasavvuf dünyasında sarsılmaz bir makamla özdeşleşmiş, “Şeyh-i ekber” yani en büyük şeyh ünvanıyla anılır olmuş, İslam literatüründe ömrü yüzyılları aşan bir ekol ve sistem oluşturmuş bir sufi mürşid. 560 (m. 1165)’ta Endülüs’te doğmuş, bilahare muhtelif seyahatler gerçekleştirmiş. En son Şam’da karar kılmış ve orada 638 (m. 1240)’de vefat etmiş. Onun vefatından 23 sene sonra, 661 (m. 1262)’de Harran’da Takiyyüddin ibn Teymiyye doğmuş. Babası da dahil olmak üzere ailesi ve sülalesi ilim mirasından nasibini almış ve bol bol fakih yetiştirmiş olan İbn Teymiyye, küçük yaşta hafız olmuş, ümmetin büyük hadis mecmualarını ezberlemiş, ileride de “Şeyhülislam” ünvanıyla anılır olmuş. Tıpkı Muhyiddin İbn Arabi gibi, Takiyyüddin ibn Teymiyye de yüzyılları aşkın bir ömrü olan ekolünün öncüsü kabul edilmiş. Okyanuslar gibi hafızası olan bu velud alim, enteresandır ki; Muhyiddin ibn Arabi’nin vefat ettiği ve kabrinin bulunduğu Şam mahallesinde çocukluğunu geçirmiş ve ilk ilim tahsilini tamamlamış.

Burada durup bir durum tespiti yapacak olursak: Önümüzde İslam tarihine damga vurmuş ve ekolleşmiş iki zat var. İkisi de İslam ümmeti içinde devasa kitleler tarafından ta’zim ve tebcil edilirken, yine büyük kitleler tarafından dalaletle ve sapkınlıkla suçlanmış. Günümüzde de bu içler acısı vaziyet devam etmekte. Öte yandan; Muhyiddin ibn Arabi, gerek kendi çağında, gerekse kendisinden sonra birçok alim tarafından şiddetli tenkitlere maruz kalmış, ki bu alimlerin içinde İbn Teymiyye çizgisine bağlılığıyla bilinen Selefiyyül meşrep olanlarla birlikte tasavvufa yakınlığıyla bilinen zül cenaheyn alimler de var. Aynı şekilde İbn Teymiyye’yi eleştiren alimler arasında da kendisini Selefî sayanlarla birlikte Sufî meşrepten gelen alimler de mevcut ve hatta çoğunluğu oluşturmakta. Yazı dizimizin ilerleyen bölümlerinde bu eleştirileri, bu eleştirilerin hakkaniyet derecelerine yönelik diğer bazı alimlerin görüşlerini birbiriyle mukayese ederek sunacağız inşallah. Ulaşmak istediğimiz netice de; gerek Muhyiddin ibn Arabi, gerekse Takiyyüddin ibn Teymiyye, gerekse bu iki zat arasındaki ihtilaf konusunda itidalli bir duruşa adım adım ilerlemek…

Yapılan araştırmalar, kendi döneminde gördüğü bazı aykırı tarikat uygulamalarına şiddetli tepki gösteren ve tabiri caizse “anti-tasavvufçuluk” olarak lanse edilen Selefî duruşun önderi olarak kabul edilen İbn Teymiyye’nin, tasavvuf tarihinin tekkeleşme döneminden öncesiyle bir problemi olmadığını gösteriyor. Abdülkadir Geylanî, Cüneyd-i Bağdadî, Fudayl bin İyad, Ebubekir eş-Şiblî, Hasan-ı Basrî, Ahmed er-Rufâî, Râbiâtü'l-Adeviyye gibi erken dönem zühd ehline yönelik beslediği saygı ve ihtiram bu kanaati hasıl ediyor. Zira bu zatlar bahis mevzuu ise İbn Teymiyye’nin ağzından adeta bal akıyor. Hatta ulaşabildiğimiz kaynaklarda bir kayıt göremesek de İbn Teymiyye’yi Sofiyye’ye dahil eden Sufî tabakat kitapları olduğu da edindiğimiz duyumlar arasındadır. İbn Teymiyye’nin, Abdülkadir Geylanî hazretlerinin “Fütûhu’l-Ğayb” adlı eserine yazdığı “Şerhu Kelimât min Fütûhu’l-Ğayb” adlı şerh çalışması, kimi çevrelerde bunu deneyimli bir Sufî’den başkasının başaramayacağı düşüncesini doğurur. Yine yaygın bir kanaattir ki, tıpkı İbn Teymiyye gibi Hanbelî mezhebinden olan Abdülkadir Geylanî hazretlerinin “Ğunyetü’t-Tâlibîn” adlı kitabı, her ne kadar tasavvuf çevrelerince sahiplenilmiş olsa da İbn Teymiyye’nin başını çektiği Selefî çizginin de kendini refere ettiği/edebileceği muhalled bir eserdir. Bu notlar, İbn Teymiyye’nin tasavvufa bakışıyla alakalı faydalı bir arka plan sunma açısından değerlidir. (2)

Meseleye bir de Muhyiddin ibn Arabi açısından bakalım: İbn Arabi’nin dalaletle, sapkınlıkla, bid’atçılıkla, sünnetten uzak olmakla itham edildiği herkesin malumudur. İbn Teymiyye’yi sık sık şeyhülislam ve imam olarak tavsif eden Ebu’l Hasen en-Nedvî merhum, Muhyiddin İbn Arabi’yi de “sünnete son derece bağlı, ibadetine düşkün, haramlardan sakınan, çilekeş, mücahedeci, nefsiyle şiddetli muhasebe yapan, şeytanın hilelerine ve nefsin oyunlarına tam olarak vakıf, arif, araştırmacı olan şeyh-i ekber” kelimeleriyle anlatır.(3) Nedvî merhumun, Muhyiddin ibn Arabi’nin Rasulullah (sav.)’in sünnetine bağlı olduğunu dile getirirken yola çıkış noktası şudur: Muhyiddin ibn Arabi, fıkıh ve usul-i fıkıh ekolleri arasında, ayetin ve hadisin görünen manasının dışına çıkılmasını en çok yasaklayan, yoruma ve kıyasa asla müsaade etmeyen Dâvud ez-Zâhirî’nin kurucusu olduğu Zâhirî mezhebindendir. Dahası, İbn Arabi’nin eserlerine ileri düzeyde vukufiyetiyle bilinen İmam Şa’rânî, konuyla ilgili olarak şunları söyler: “Şeyh Muhyiddin ibn Arabi, Fütuhât-ı Mekkiyye adlı eserinde Ebû Hanîfe’nin her zaman ‘Allah’ın dininde kendi reyinizle görüş belirtmekten sakının. Sünnete tabi olun. Sünnetten ayrılan dalalete düşer.’ dediğini senediyle birlikte nakletmiştir.”(4) Yine İmam Şa’rânî, İbn Arabi’nin Fütuhât-ı Mekkiyye’nin yetmiş üçüncü bâbında şöyle dediğini nakleder: “Allah-u teala’nın haram ettiklerinden vera’ üzere olmayan, marifetullaha ulaşamaz, isterse Hz. Nuh’un ömrü kadar Allah-u teala’ya ibadet etsin.”(5) Muhyiddin ibn Arabi’nin, İmam Ebu Hanife hazretlerinin sünnete bağlılıktan kopmamayı vurgulayan duruşunu kendisine örnek aldığı ve haramlardan kaçınmayı marifetullaha ulaşmanın olmazsa olmaz şartı olarak gördüğü bir tabloyla karşı karşıyayız…

Devamı gelecek inşallah…


Dipnotlar:

(1) Prof. Dr. Ziya Kazıcı, İslam Müesseseleri Tarihi, s. 206 vd.



(2) Bu konuda geniş bilgi için bkz. es-Seyyid Muhammed ibn Alevî el-Mâlikî - Mefâhim (tercüme: Düzeltilmesi Gereken Kavramlar)


(3) Nedvî, İmâm-ı Rabbânî, s. 297


(4) Şa’rânî, Mîzânü’l-Kübrâ, 1/91


(5) Şa’rânî, Mîzânü’l-Kübrâ, 1/56

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder