8 Kasım 2015 Pazar

İbn Arabî ile İbn Teymiyye İhtilafına Yaklaşımlar - 10 (Sonuç)

"İki yıl önce bir iftar yemeğine davet edilmiştim. Birkaçını Ezher mezunu genç arkadaşların oluşturduğu 10-15 kişilik grup ile iftar sonrası sohbet ettik. Konu: Tasavvuf merkezli ihtilaflar. Orada Ehl-i Tasavvuf ile İbn Teymiyye'nin temsil ettiği ve başını çektiği -günümüzde "Selefîlik" olarak ifade edilen- ekol arasındaki ihtilafların günümüze aktarılmasında bugünün müslümanı için herhangi bir fayda görmediğimi dilimin döndüğünce anlatmaya çalışmıştım.

"Ağırlıklı olarak tercüme kültürü üzerine bina ettiğimiz, derinlikten, takvadan ve kardeşlik ruhundan uzak, hizipleşmeye meyyal İslam anlayışının, bu türlü meseleleri -sonuçlandırmak şöyle dursun- taşımaktan bile uzak olduğunu söyledim ve şöyle dedim:

"Bugün kendi iç bünyemizin sağlıklı bir yapıya kavuşabilmesi için yapılması gereken en önemli ve öncelikli şey, farklı gruplara mensup bireylerin, bir araya geldikleri ortamlarda önce ihtilaflarını gündeme getirerek karşılıklı nefreti, itham anlayışını ve dolayısıyla hizipleşmeyi beslemek yerine, "paylaştıkları görüşleri" gündemde tutarak bu alanı genişletmek ve böylece kardeşlik ruhunu yakalamaktır.

"Unutmayın ki, herkesin kafasında kendi İslam anlayışını tesis eden ve besleyen bir şablonu var. Siz bu şablonu mutlaklaştırarak İslam'ı kendi doğrularınızdan ibaret görmekle, karşınızdaki insanlara da doğal olarak böyle bir "hak" tanımış oluyorsunuz..." (1)

Kıymetli müellif ve ilim adamı Doç. Dr. Ebubekir Sifil'den naklettiğimiz bu satırlar, bu yazı dizisi ile ulaşmaya çalıştığımız nihaî neticeyi özetlemekte, ümmetin bugün hararetle sahip olması gereken basiret ve feraset vasatını hülasaten anlatmakta.

Meşhur Hindistanlı Hanefî alimlerden, hadis ve fıkıh dallarında otorite ve ehl-i tasavvuf bir zat olan Zafer Ahmed et-Tehânevî (r.a.), Hanefî fıkhının hadis temelini ortaya koymak maksadıyla "hadis fıkhı" içerikli İ'lâu's-Sünen isimli hacimli bir eser kaleme almıştı. Tehânevî merhum, bu eserinin mukaddimesinde, İbn Teymiyye'nin "reddu'ş-şems" ile ilgili bir rivayeti reddettiğini, (2) bu rivayeti nakleden İmam Tahâvî hakkında ise ileri geri konuştuğunu (3) söylüyordu: "Allah'a yemin ederim ki Tahâvî'nin hadis ilmindeki derecesi, İbn Teymiyye'nin derecesinden binlerce defa yüksektir. İbn Teymiyye nerede, Tahavî'nin ayağının tozu olmak nerede..."

Tehânevî merhum'un kıymetli talebesi merhum Abdülfettah Ebû Gudde bu eseri muhteşem ta'liklerle neşretme çalışmaları esnasında Tehânevî'nin yukarıdaki ifadelerine rastladı. Malum, Ebû Gudde merhum İbn Teymiyye'ye büyük bir saygı besleyen ve ondan etkilenmiş bir allame idi. Hocası Tehânevî'ye bir mektup yazarak bu ifadesi ile ne anlatmak istediğini sordu. Tehanevî'nin cevabı, tüylerimi diken diken etti:

"Ben arkadaşlarımdan birisine o ifademin üstünü çizmesini ve eserimden çıkarmasını söylemiştim. Ancak o bunu unutmuş; bana da onu hatırlatmamı şeytan unutturdu. O ifademin üzerini siz çizin ve kenarına şöyle yazın: Müellif bu ifadeden rücu etmiştir. Bu ifade bir kalem sürçmesi neticesi yazılmış. Müellif, İslam imamları hakkında edepsizlik ettiği için Allah'a tevbe istiğfar etmektedir ki, o imamlardan birisi de Şeyhülislam İbn Teymiyye el-Harrânî'dir. Allah Teala ona rahmet eylesin, onu ve bizi selamet yurdu olan cennete koysun."(4)

Ulemanın birbirleri arasındaki bu nezaket ve hassasiyet ölçüsünü biz Müslümanların günlük hayata taşıyamıyor oluşu, lakin bununla birlikte birbirlerine karşı nezaketi mübalağa edecek kadar hassas davranan alimlerin izinden yürüdüğünü iddia etmesi garabet değil de nedir?

Şeyhülislam Ebussuûd Efendi'ye soruldu: "Bir kimse Şeyh Muhyiddin'in Fusûsu'l Hikem'i Şerîatden hâriçtir, halkı idlâl için bunu tasnîf etmiştir, bunu mutâlâa eden mülhiddir, dese ona ne lâzım gelir? El-Cevâb: Evet... O kitapta Şerîata mübâyin kelimât vardır, bâzı mutasallifler bu kelimeleri Şer'a ircâ için tekellüfde bulunmuşlardır, lâkin biz teyakkun etmiş bulunuyoruz ki, bunları bâzı yahûdiler Şeyh'e -kuddîse sirruhû- iftirâ etmişlerdir. Binâenaleyh o kelimelerin mütâlâsını terk ile ihtiyatda bulunmak vacibdir. Zâten bundan nehiy husûsunda emr-i Sultânî de sâdır olmuştur, artık her vechile ictinab icâb eder." (5)

Ben, Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabî'nin (k.s.) velayetine ve Allah katında makbul bir zat olduğuna inanmakla birlikte istikamet sahibi ulemanın Kur'an ve Sünnet'ten istinbat ettiği sahih Ehl-i Sünnet akidesine bağlılığım dolayısıyla kendisine isnad edilen aykırı görüşlerin hiçbirini benimsemiyorum ve reddetmekte tereddüt etmiyorum. Bunlara İmâm-ı Rabbânî'nin bahsettiği üzere, seyr-i sulûkta takıldığı bir merhale neticesinde algı dünyasının ve düşüncelerinin olumsuz etkilenmesi gözüyle bakıyorum ki İmâm-ı Rabbânî'nin söylediğine göre bunlar müctehidin ictihadı mesabesindedir. Kaldı ki güvenilir otoritelerin tahkikiyle bu görüşlerin O'nun kitaplarına sonradan sokuşturulduğunu ispat eden veriler de ortada iken bu sözlerinden dolayı İbn Arabî merhumu rencide etmemi gerektirecek herhangi bir sebep ve bunda da ümmetim adına herhangi bir fayda görmüyorum. Bu durumda Fusûs'ta meşhur olduğu üzere "Firavun'un imanı" ve "cehennem azabının bir gün son bulacağı" gibi Ehl-i Sünnet'e mugayir görüşleri değil, İbn Arabî'nin; "Bu günahkarlar, hepsi cehennemde olan ve oradan çıkamayacak olan dört zümredir. Bunlar Firavun vb. gibi rabb olduğunu iddia edip Allah'ın rabliğini reddederek Allah'a karşı büyüklenenlerdir. Firavun şöyle demişti: "Ey topluluk! Benden başka bir ilâhınız olduğunu bilmiyorum" Bir keresinde ise şöyle söylemişti: "Ben sizin en büyük rabbinizim." Burada gökte kendisinden başka ilâh olmadığını kasteder. Nemrut ve diğeleri de böyledir. (ebediyyen cehennemliktir.)" (6) gibi cümlelerini muhatap ve esas kabul ediyorum.

Aynı şekilde, Şeyhülislam İbn Teymiyye (r.a.)'in zühdüne, takvasına, ilmine ve cihadına şahitlik ediyorum. Onun kitaplarında var olduğuna dair ilm-i yakin sahibi olduğum teşbih-tecsime varacak kadar aşırı görüşlerinden dolayı da kendisi için Allah'tan mağfiret diliyorum. Zira "Muhammed Zâhid el-Kevserî Örneği" başlığı altında incelediğim üzere İbn Teymiyye bu görüşlerini kendiliğinden uydurmuş değildir, bu tür görüşleri izhar ettiği her yerde daima bir delile dayanır. Bu delillerin delâleti ve sübûtu, o bölümde de incelediğimiz üzere son derece tartışmalıdır. Zaten bir insan olduğu için İbn Teymiyye'nin de hatadan korunmuş olamayacağı ebediyyen mer'î olan bir hakikattir. Lakin zühdünü, takvasını, cihadını tüm ümmete isbat etmiş ve cenazesine elli binden ziyade mü'minin iştirak ettiği bir alimi İslam dairesi dışında görerek henüz kendi içinde toparlanamamış Ehl-i Sünnet gövdesini yeni tefrikalarla yıpratmamı gerektirecek bir sebep olamaz...

Geçmişte defalarca tartışılmış, hakkında tezler ileri sürülmüş, karşı tezler üretilmiş, cevaplar verilmiş, o cevapların da cevapları verilmiş bir konuyu, dünyanın dört bir yanında Allah ve Rasulünün düşmanları tarafından ümmetin kanının oluk oluk akıtıldığı bir zamanda dahi sürdürmenin ve enerjimizi ve mesaimizi buna harcamanın en azından Allah'a karşı şükürsüzlük ve nankörlük olduğunu düşünüyorum. Bunun için de mümkün olduğunca hem Selefîlerin hem de Sûfîlerin kadrini teslim ettiği istikamet sahibi alimlerden örnekler vererek meseleyi netliğe kavuşturma gayesi güttüm. Referanslar çoğaltılabilir elbette. Bu ümmetin İbn Dakîk el-Iyd, İbnu'l-Hümâm, Cemalüddin Zeylâî, Takiyyüddin Sübkî, Tacüddin Sübkî, Irâkî, Alaüddin Buhârî, Zafer Ahmed Tehânevî, Muhammed Enver Şah Keşmirî, İbn Hacer Askalânî, İbn Hacer Heytemî, Aliyyü'l-Kârî, Ahmet b. Zeynî Dahlân, Yusuf ed-Dicvî, Abdülfettah Ebû Gudde, Bediüzzaman Said Nursî, Muhammed Ebû Zehra ve daha niceleri gibi denge insanlarından da öğrenecek çok şeyi vardır elbette. Lakin araştırmamın öngördüğüm muhtevasını aşmaması için bu alimlerin konuyla ilgili görüşlerini açma fırsatı bulamadım.

Her alim ve abid gibi İbn Arabî'nin de, İbn Teymiyye'nin de yanıldığı noktalar olabileceğini unutmamak mühimdir. Dolayısıyla koca bir tasavvuf dünyası adına İbn Arabî'ye isnad edilen aykırı görüşleri sırf bir tasavvuf büyüğü olduğu için savunmanın hiçbir faydası yoktur, zararı ise pek çoktur. Sahih bir tasavvuf çizgisine sahip olmak için önümüzde İmâm-ı Rabbânî örneği vardır. Aynı şekilde Selef-i sâlihînin yolunu takip etmek için bir Selef imamı olan İmâm-ı Â'zâm Ebû Hanîfe Hazretlerinin şiddetle eleştirdiği teşbih-tecsim yanılgısına düşmek zorunda değiliz. Sahih bir itikad sahibi olmak için de önümüzde İmam Ebû Hanîfe'nin çizgisini devam ettiren bir Selef devamı olarak İmâm Tahâvî örneği vardır... 

Sûfiyye ile Selefiyye ve bu ekollerin sembol isimleri ve takipçileri arasındaki kadim ihtilafı bitirmek adına "İbrahim (a.s.)'ın ateşine su taşıyan karınca" kabilinden kaleme alınan bu yazı dizisinin hayırlı neticelere vesile olmasını Allah'tan dilerim...

Uyanışın ve dirilişin ilk merhalesi, sahih bir itikaddır. Tefrikalara ve ayrışmalara engel olabilmek için atmamız gereken ilk adım da buna sahip olmaktır. Allahu Teala, ümmetimize rahmet etsin, bizleri bağışlasın ve cennetinde buluştursun. Bizleri gereksiz tefrikalardan ve hayırsız mesailerden muhafaza eylesin.

Alemlerin Rabbi Allah'a sonsuz hamd-ü senalar, O'nun Rasulü Hazret-i Habib-i Kibriya Muhammed Mustafa Efendimize, O'nun âline ve ashabına salat-ü selam olsun...

Muhammed Yakup Altuğ



Dipnotlar:

(1) Ebubekir Sifil, İslam ve Modern Çağ, 1/67-68

(2) Minhâcu's-Sünne, 4/186 vd.

(3) Tehânevî, Kavâid fî Ulûmi'l-Hadîs, s. 441

(4) Tehânevî, Kavâid fî Ulûmi'l-Hadîs, s. 442, Abdülfettah Ebû Gudde ta'lik ve tahkikiyle, İdâretu'l-Kur''an ve'l-Ulûmi'l-İslâmiyye, Karaçi.

(5) Ömer Nasuhi Bilmen, Tabakâtu'l-Müfessirîn, 2/515

(6) el-Fütûhâtu'l-Mekkiyye, 2/412 (62. Bab)

6 Kasım 2015 Cuma

İbn Arabî ile İbn Teymiyye İhtilafına Yaklaşımlar - 9 (Alimlerden Örnekler - 4)

ŞEYHÜLİSLAM MUSTAFA SABRİ EFENDİ ÖRNEĞİ

1286 (m. 1869) yılında Tokat'ta doğmuş, küçük yaşta ilim tahsiline başlamış, tahsil hayatında hızla yükselerek muhtelif mevkilerde imamlık, müderrislik yapmış, bilahare Yıldız Sarayı'nın kütüphanesinde "hâfız-ı kütûb" olarak görev almış, II. meşrûtiyetin ardından Meclis-i Meb'ûsân'a Tokat mebusu olarak girmiş, bir süre İttihatçılara meyletse de kısa süre sonra onlara karşı cephe almış, Damat Ferit Paşa hükümetlerinde 2 kere şeyhülislamlık yapmış, Sultan Vahideddin'in Sevr Anlaşması'nı görüşmek üzere topladığı saltanat şûrâsına katılmış ve anlaşmanın imzalanmasının intihar olacağını savunmuş, aynı zamanda M. Kemal Paşa'nın muazzam yetkilerle Anadolu'ya gönderilmesine karşı çıkmış ve M. Kemal Paşa'nın riyasetindeki Millî Mücadele akımına karşı tedbirler alınması gerektiğini savunmuş, isteği yerine getirilmeyince şeyhülislamlık görevinden istifa etmişti. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte 150'likler listesine girmiş, Kemalist inkılaplar neticesinde muazzez İslam dinine ve ulemaya/hoca sınıfına karşı yürütülen cadı avı zulmü sırasında ailesiyle birlikte önce Hicaz'a, sonra da İskenderiye ve Kahire'ye hicret etmiş, Kahire'ye hicretinden sonra da rahat bir hayat sürdüremeyip sık sık Mısır dışına gitmek zorunda kalıp tekrar Mısır'a dönmüş olan güzide ilim ve devlet adamı Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, 1954'te Kahire'de vefat etti. Gerek Türkiye'de, gerekse Mısır'da yayınladığı eser ve makalelerinde Müslümanların burun buruna olduğu batılılaşma, modernizm ve sekülerizm tehlikelerine karşı ciddi mukavemet göstermiş, bu yüzden de hem Kemalist rejimin en büyük düşmanı olmuş, hem de modernizm tufanının çok sert estiği Mısır'ın batılılaşma yanlısı aydınları tarafından istihza ve tenkit edilmişti. Mısır'da yaşadığı süre içerisinde bir taraftan modernist ve reformist akımlarla mücadele ederken, diğer taraftan da talebe yetiştirmiş ve başta İhvân-ı Müslimîn ve lideri Hasan el-Benna (r.a) olmak üzere sair İslami gruplarla ve zatlarla yakın ilişkiler kurmuştu. Müslümanların özünden koparılmasına engel olmak için eser ve makale neşretmekle harcadığı ömrünün yarısını da, laik cumhuriyetle birlikte İslam'a alenen kast edilirken canı pahasına buna direnmeyen milletine dargın ve mahzun yaşamıştı. Rahmetullahi aleyh...


Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'nin Mısır'da yazdığı "Mevkıfu'l-Akl" adlı kitabı, en hacimli eseridir ve Türkçe'ye tercüme edilmeyi beklemektedir. Kendisi, Mefkıfu'l-Akl'da Muhyiddin ibn Arabî'yi kıyasıya eleştirmektedir. İbn Arabî'nin vahdet-i vücûd nazariyesini felsefecilerden etkilenerek ve onların "sudûr" teorilerinden ilham alarak ortaya koyduğunu söyler. (1) Yine aynı kitabında İbn Teymiyye'nin tartışılmış görüşlerini de kıyasıya eleştirmektedir. (2) Ahmet Hilmi, Mustafa Sabri Efendi'ye dair yazdığı ve "Hilâfetin İlgasının Arka Planı" ismiyle Türkçeye çevrilen el-Esrâru'l-Hafiyye Verâ'e İlgâ'i'l-Hilâfeti'l-Osmâniyye adlı eserinde Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'nin İbn Teymiyye'yi ve talebesi İbnü'l-Kayyim'i bid'atçılıkla suçladığını söyler. (3) Maalesef Mustafa Sabri Efendi'nin muhalled eseri Mevkıfu'l-Akl'ın matbu' bir nüshasına ulaşma imkanımız olmadığı için Mustafa Sabri Efendi'nin bu eserindeki eleştirilerini tahkik edememekteyiz.

Tüm bunların yanında Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, reformist ve modernist bir müellif olan ve enteresan bid'at görüşleriyle o günün gündeminde olan Musa Carullah Bigiyef'e "Yeni İslam Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyyesi" adında bir reddiye kaleme almıştır. Bu eserinde, Musa Carullah Bigiyef'in "cennet ve cehennemin ebedi olmadığı" yönündeki görüşlerini eleştirir ve çürütür. Konumuzla alakalı olan kısmı ise; Musa Carullah'ın bu görüşünde hem İbn Arabî'den, hem de İbn Teymiyye'den ilham almış olmasıdır. Mustafa Sabri Efendi, Musa Carullah'ın görüşlerini dayandırdığı İbn Arabî'yi de, İbn Teymiyye ve talebesi İbnü'l-Kayyim'i de tenkit etmekte ve daha önceki yazılarda bahsettiğimiz üzere onların eserlerinde karşılaştığımız "cehennem azabının ebedi olmadığı" görüşünü akli ve nakli delillerle çürütmektedir. (4)

Görüldüğü üzere bir dirayet timsali olan Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, sakıncalı ve aykırı bulduğu görüşleri sahibine bakmadan reddetmekte tereddüt etmez. Bu tutumu dolayısıyla da zihinleri aydınlatma ve uyanık tutma icraatını ifa eder.




ÖMER NASUHİ BİLMEN ÖRNEĞİ

1300 (m. 1883) senesinde Erzurum'un Salasar Köyü'nde doğan Ömer Nasuhi Efendi, Anadolu topraklarının son dönem otoritelerinden olan tefsir ve fıkıh alimidir. Muhtelif makam ve mevkilerde müderrislik ve hocalık görevleri yapmış ve 16 Haziran 1943'te İstanbul Müftülüğüne tayin edilmiştir. 30 Haziran 1960'ta (27 Mayıs darbesinden takriben 1 ay sonra) Diyanet İşleri Başkanlığına getirilmiş ve bu zor süreçte milletin din ve ibadet hayatına sahip çıkmak adına bu görevi üstlenmiş, fakat cunta yönetiminin muazzez İslam dinine yönelik tahrifat çalışmaları için kendisini kullanacaklarını fark ederek böyle bir vebale girmekten çekinip 6 Nisan 1961'de görevinden istifa etmiştir. Arkasında Kur'ân-ı Kerîm'in Türkçe Meâl-i Âlîsi ve Tefsîri, Büyük İslam İlmihâli, Hukûk-u İslâmiyye ve Istılahât-ı Fıkhiyye Kâmusu gibi hemen hemen her eve girmiş muhalled eserler bırakarak 12 Ekim 1971'de vefat etmiştir. Rahmetullahi aleyh...

Ömer Nasuhi Efendi'nin Büyük Tefsir Tarihi (Tabakâtü'l-Müfessirîn) adlı 2 ciltlik eseri, gerek İbn Arabî'ye, gerekse İbn Teymiyye'ye sahih yaklaşım adına yeterli ve doyurucu malumat ihtiva eder. Merhum bu eserinde İbn Arabî'nin hayatından, hocalarından, seyahatlerinden bahsettikten sonra kemâlât-ı zâtiyyesine dair şunları söyler:

"Endülüs diyarının, o  hazin yâdı hatıralarda kalan müterip İslâm ülkesinin yetiştirmiş olduğu Şeyh-i Ekber, bir ilim ve ma'rifet güneşidir. İlmi pek parlaktır, tefekkürâtının şa'şasına nihâyet yoktur, nazarlarındaki nüfuz pek dakiktir, şiir ve edebdeki mesleki pek bedi'dir, mazhar olduğu garip tecelliyat hayretlere şâyandır, zâhirî ilimler bakımından nazirsiz bir üstazdır. Ma'nevî ilimler nokta-i nazarından misilsiz bir mürşittir. Kitaplarının binlerce sahifelerini teşkil eden yazıları, kendisinin şer'-i şerîfe son derece riâyetli, nezih i'tikatlı bir üstâz-ı kül olduğuna şâhittir. Yine kitaplarının bir çok sahifelerindeki ahlâkî, tasavvufî satırlar, kendisinin fazîlet timsâli, tasavvuf âbidesi ıtlakına lâyık bir mürşit bulunduğuna burhandır. Fakat yine kitaplarının bâzı sahifelerinde göze çarpan, dînî terbiye ile tenevvür etmiş nazarlar önünde pek kesif bir sis tabakası gibi teşekkül eden şatahat kabîlinden sayılacak birtakım mutasavvıfâne, feylosofâne yazıları da vardır ki, bunlar da birer garip muamma denilmeye lâyıktır."(5)

Bu satırların ardından Ömer Nasuhi Efendi, İbn Arabî'nin tefsir ilmindeki yerine dair bir faslın ardından O'nun hakkındaki takdir ve tenkidlere uzun sayfalar ayırır. Bu takdir ve tenkidleri üç başlık altında toplar. Buna göre ilk gruptakileri "Birinci zümreye göre Muhyiddin ibn Arabî, büyük bir âlimdir, büyük bir mürşittir, büyük bir velîdir. Dâhil olduğu her beldede meâsiri meşhur, kerâmetleri meşhuddur. Zâhirî ve bâtınî ilimlere dâir yazmış olduğu kitaplar, iktidârının vüs'atine, kendisinin Sôfiyyeden nezih, metefekkir bir zât olduğuna şehâdet etmektedir." (6) cümleleriyle anlatır. Bu zümreye dahil olan alimler arasında Kaadî Şihâbüddin Ahmed ez-Zebîdî, Şeyhü'l-Müzcâcî, Şeyh Cemalüddin Muhammed el-Kirmânî, Mecdüddin Fîrûzâbâdî, Şeyhülislam İbn Kemal, Abdürrezzâk-ı Menâvi, Celalüddîn-i Devvânî, Şeyh Abdülgânî en-Nablûsî gibi ilim ve tasavvuf erbabı büyük zatları sayar ve bu zatların bazılarının İbn Arabî'yi tebcil eden sözlerinden alıntılar yapar. 

"İkinci zümreye göre Muhyiddin İbn Arabî'nin ilme, fadlen muktedir bir şahsiyet olduğu inkâr edilemez ve âhirete ne vechile gittiği de bilinemez. Fakat bir kısım sözleri vardır ki, bunlar, dînî mıkyâsa muhâliftir, bunların bir kısmı, sâhibinin fıskını, icmâa muhâlefetini, diğer bir kısmı da îman dâiresinden büsbütün çıkmasını müstelzimdir.

"Muhyiddin'in kitaplarında, bâ-husûs Fusûsu'l-Hikem'inde bu gibi bir çok sözlere tesâdüf olunuyor. Fir'avn'ın îmânına, cehennem azâbının adem-i devâmına (ebedî olmadığına) kaail bulunuyor, âbide ma'bûdiyet (kula ilahlık), mahlûka hâlıkiyet (yaratılmışa yaratıcılık) sıfatını izâfe ediyor, bütün eczâ-i kâinâta birer hıssa-i ulûhiyet ayırarak onlara krşı yapılacak ibâdetlerin Allâh'a ibâdet olacağını iddia ediyor, daha birçok sözler ki, hiçbir vechile tevcih ve te'vîli kaabil bulunmamakta. Eğer bu sözlerde bütün dînî esaslara, lisan kanunlarına, kadîm Sôfiyye hazeratının nezîh, perhizkârâne sözlerine muhâlif olmalarına rağmen te'vîl edilirse artık cihanda bâtıl hiçbir söz kalmamak, ve hiçbir bâtıl akîde bulunmamak icâb eder. Bunun netîcesinde sözler, maksatlara, hakîkatlere delâlet hassasından mahrum kalır. 

"Hâsılı bu sözler sarihtir, bunları te'vîle çalışmak zâittir, bunlar bir vecd ve sekir hâlinde (kendinden geçme ve şuuru yerinde bulunmama halinde) söylenmiş şeyler de değildir. Çünkü kitaplarda yazılmış, bunların ibkaasına kaailleri tarafından çalışılmıştır. Bu sözler, ma'sum halkın temiz akîdelerini bozuyor, biz kısım kimseleri ilhâda sevkediyor, evâmir ve nevâhîye itâat kalmıyor, bunlar kendilerinde birer rubûbiyet hıssası görerek birer fir'avn kesiliyorlar. Bu hal ise hem ferdin, hem cemiyetin saâdetine, intizâmına muhâliftir.

"Bir "vahdet-i vücûd" sözüdür ki, birtakım lisanlarda deverân edip duruyor, daha ilimlerin mebâdîsinden haberdar olmayan bir nice gaafiller, işittikleri bu sözün te'sîriyle ne muzlim çukurlara yuvarlanıp gidiyorlar.

"Evet... "Vahdet-i vücûd" haktır, şu mânâya ki: bütün mükevvenât hâdistir, mahlûktur, Allâh'ın kudretiyle kaaimdir, Allâh-u Teâlâ ise ezelîdir, kadîmdir, hâlık-ı kâinattır, bizzat kadîmdir. Binâenaleyh bütün mükevvenât kendi mâhiyetine nazaran yok mesâbesindedir. Hak Teâlâ'nın varlığı karşısında âdetâ bir zıll-ı zâilden (var olmayan, gölge), bir hayalden ibârettir. Bunlar bizzat kaaim olmadıklarından kendilerinde hakîkî bir varlık şemmesi mevcut değildir. İşte bu i'tibar ile "Lâ mevcûdu illâhû = O'ndan başka varlık yoktur" denir ve Allâh'tan başka olan mevcutlar yok hükmünde tutulur. Yoksa bunların da Hakk'ın Vücûduna delâlet eden, Hakk'ın kudretiyle kaaim olan birer vücûdu vardır.

"Evet, sâlike (tasavvuf yolcusuna) bâzen seyr-ü sulûk esnâsında bir tecellî, bir vecd ve sekir hâli ârız olur, mâsivâ gözünde kaybolup kendisini de göremez bir hâle gelir, kendisine yalnız Hakk'ın şa'şaası lâyih olmaya başlar. Güneş doğduğu zaman yıldızlar gözden kaybolduğu gibi Cenâb-ı Hakk'ın tecellî nurları parlamaya başlayınca da mâsivâ göze görünmez olur, bu, bir vahdet-i vücûd değil, vahdet-i şuhûddur. Artık sâlik Hakk'tan başkasını göremeyince Allâh-u Teâlâ'yı -hâşâ- her şeyin aynı imiş gibi zanneder, diğer bir tabirle her şeyi Allah'ta mündemeç, O'nunla müttehid gibi görmek hayâline düşer. Bu hal ise bir sâlik için ilk merhaledir ve İmâm-ı Rabbânî'nin dediği gibi bir berzahdır, tehlikeli bir ibtilâdır. Vaktâ ki sâlik bu merhaleden ileri gider, nusrat-ı ilâhî de kendisini te'yîd eder, o zaman anlar ki bütün eşya, Vucûd-ı Hakk'ın -hâşâ- aynı değil, belki O'nun birer feyzidir, Kudret-i Hakk'ın taallûkiyle vücûda gelmiş birer şâhid-i rubûbiyyettir.

"Artık böyle bir sâlik, ya o ilk merhaledeki zannına göre söz söyliyerek feyz-i İlâhî'den mahrum, sukuta mahkûm olur, veya nâdim ve tâîb olarak bu mühlikeden kurtulur.

"Demek oluyor ki, böyle bir tarzda vahdet-i vücûd tecellisi muvakkattır, tekâmül mertebesinden dûn bir şuhûd hâletinden ibarettir ki, bu sâlik için bir akabe (tehlikeli geçit) demektir. Bundan geçmeyen bir sulûk sâhibi, büyük tehlikelere ma'ruz kalabilir.

"İşte Fusûs'taki sözlerin bir kısmı da sâhibinin bu mehlekelere dûçâr olduğunu göstermektedir." (7)

Bu cümlelerden sonra merhum, bu görüşe sahip zümreye dahil olan ulema arasında; Şeyh Alaüddin en-Neccârî, İzzüddin ibn Abdisselâm, Takiyyüddin ibn Dakîk, Zeynüddin el-Irâkî, İmam Ebû Hayyân, Şeyhülislam İbn Teymiyye, Allâme Taftâzânî, Aliyyü'l-Kaarî, Siracüddin el-Bülkînî, Şemsüdin el-Cezerî, Kutbüddin el-Kastallânî, Bedrüddin Muhammed b. Cemâa, Kaadî Şerefüddin, Allâme Ebû Amr b. el-Hâcib, Sa'düddin Çelebi, Şeyhülislam Ebû Zür'a, Çivizade İbrâhim Bikaaî, İmam Radıyyüddin b. el-Hayyât, Zeynüddîn el-Ezhed gibi alimleri sayar ve devamında da bu alimlerin bir kısmından İbn Arabî'yi eleştiren alıntılar yapar, bilhassa İbn Teymiyye'nin eleştirilerine geniş yer ayırır. Buna göre, bu zümreye dahil olan ulemanın hassasiyet noktası, şer'-i şerîfi muhafaza etmek ve vahdet-i vücûd görüşünün mü'minlerin itikadını sarsmasına mani olmaktır.

"Üçüncü zümreye göre Şeyh-i Ekber'in hakkında hüsn-i zanda bulunmalı, fakat kitaplarının mütâlâsını tecvîz etmemelidir. Bunlar demek istiyorlar ki:

"Muhyiddin ibn Arabî, hakîkaten büyük bir zâttır, ibâdet ve tâat husûsundaki ictihâdı, keşf ve kerâmeti menkuldür, eserlerinin birçokları Kitâbullâh'a muvâfık, ahlâkı tezhîbe hâdimdir. Fakat her nasılsa yazıları arasında hulûl ve ittihâdı gösteren birtakım satırlar da vardır, bunlar bozuk itikadlı kimselerin elinde birer sened olmuş, kendi bâtıl da'vâlarını tervîce vesîle ittihâz edilmiştir.

"Vâkı'â kadrinin celâletini inkâr kaabil olmayan Şeyh-i Ekber, bu sözlerin müteâref ma'nâlarını kastetmiştir denilemez, fakat değilmi ki bunlar yanlış telâkkîlere yol açıyor, artık böyle yanlış anlaşılmaya kaabiliyetli sözleri ihtiva eden kitapları mütâlâa, muhâtaralı bir şey olduğundan câiz olamaz. İhtiyat ve hikmet de bunu icab eder.

"Binâenaleyh biz kendisinin fazîlet ve kemâlini i'tirâf eder, velâyeti hakkında hüsn-i zanda bulunuruz, fakat bu tehlikeli eserlerin okunmasını da câiz görmeyiz." (8)

Bu satırlardan sonra Ömer Nasuhi Efendi, İmam Şa'rânî'nin iddia ettiği üzere İbn Arabî'nin kitaplarına yönelik tahrifat şüphelerinden bahseder. Devamında ise İbn Arabî'nin eserlerinden Ehl-i Sünnet akîdesine aykırılık teşkil etmeyen ve tartışılmış diğer görüşleriyle çelişen cümlelerinden alıntılar yapar. Son olarak Şeyhülislam Ebussuûd Efendi'nin, şerî'ate aykırı olan bu görüşlerin İbn Arabî'ye atılmış birer iftira olduğunu ve bu görüşlerin yazılı olduğu eserlerin okunmaması gerektiği, İbn Arabî'ye ise ta'zîm duyduğunu belirttiği fetvasını nakleder ve konuyu şöyle bağlar:

"Velhâsıl: Bu üçüncü zümrenin bu hususdaki kanâati daha sâlim, daha tehlikesizdir. Şöhreti ve fazileti Şark ve Garb'ı tutmuş, büyüklüğüne her asıra binlerce îmân ehli kaan'i bulunmuş olan bir zât hakkında bugün sû-i zanda bulunmakta hiçbir fâide yoktur." (9)

Merhum Ömer Nasuhi Efendi, aynı eserinin bir başka bölümünü de İbn Teymiyye'nin hal tercemesine ayırır. Burada da "Şeyhülislam" olarak nitelediği İbn Teymiyye'nin kudret-i ilmiyyesi ve mezhebi babında şunları söyler:


"Takiyyüddin, tefsirde, hadîste, usulde, fıkıhda, Arabiyyat'ta mütebahhir idi. Henüz yirmi yaşında yok iken tedrîse başlamış, fetvâ vermeğe ehliyet kesbetmiş, daha üstazları ber-hayât iken ulemânın büyüklerinden sayılmağa başlanmış, Şeyhülislam ünvânını ihrâza muvaffak olmuştur. ...

"Fi'l-hakîka bu zat, bir cerbeze-i ilmiyye kabîlinden olarak bâzı i'tikaadî ve amelî mes'elelerde cumhûra muhâlefet etmiş, bu hususda hakka isâbet edememiş olduğu müteaddit ulemânın tenkitleri ile, mütâlâalariyle sâbit olmuştur. 

"Bâzı zevâtın iddiâsına göre Takiyyüddin, Mücessimedendir, cihete kaaildir, Arş'ın nev'an kıdemine kaanidir, kabirleri ziyarete, üç talâk ile kat'î beynûnet vukuuna âit mes'elelerle cumhûra muhâliftir, ta'mîk edildikçe isâbetsizliği sâbit olacak daha bâzı ictihadları vardır.

"İbn Teymiyye'yi tenkit eden ulemâ arasında Takiyyüddin es-Sübkî ile Şihabüddin İbn Hacer Ahmed el-Heytemî de vardır.

"Âlûsî Mahmud Efendi merhum da "Ğarâibü'l-İğtirâb" nâmındaki eserinde İbn Teymiyye'nin tecsîm ve teşbîhe kaail olmadığını kaydediyor, furûâta âit bâzı mes'eleler hakındaki kanâati ise kuvvetli şüphelerden neş'et etmiştir, bu hususda kendisi yalnız değildir, kendisinden mukaddem de bu mes'elelerde cumhûra muhâlefet edenler bulunmuştur, diyor. (10) Fi'l-hakîka, pek yüksek bir âlim olan İbn Teymiyye'nin bir kısım sözlerini bilâhare bâzı mutaassıp kimseler sened ittihaz etmiş, bunları kısmen tefsîre tabi' tutmuş, bu zâtın sarih sözlerine bakmayıp da bâzı sözlerinin lâzımını ele almış, bunları bugünkü Vehhâbiyye mezhebinin esasları meyânında göstermişlerdir. Yoksa İbn Teymiyye'nin âlim, fâzıl, müteşerri', zâhit bir zat olduğunda şüphe yoktur." (11)




Bizim bu makale serisinde yapmaya çalıştığımız üzere, hakkında olumlu ve olumsuz görüşleri gündeme getirerek bir zat hakkında sahih bir sonuca ulaşma usulünü benimseyen Ömer Nasuhi Efendi merhum, bu çalışmasını da muhteşem bir dirayetle sonuca bağlıyor. İlmiyle, takvasıyla, ahlâkıyla, zühdüyle, faziletiyle İslam ümmeti içerisinde şöhret sahibi olmuş iki zat hakkında hüsn-ü zan beslemeye, lâkin ikisinden de rivayet olunan sahih İslam akîdesine mugâyir görüşleri de reddetmeye sevk eden dehası ve ilmî vukufiyeti hayretler uyandırır. Konuyu açıklığa kavuşturmak ve doğru sonuca bağlamak açısından da belki de en değerli eserlerden birini arkasında bırakmıştır... Allah O'ndan razı olsun...

EBU'L-HASEN ALİ EN-NEDVÎ ÖRNEĞİ

6 Muharrem 1933 (24 Kasım 1914) tarihinde Hindistan'ın Uttar Pradeş eyaletinin merkezi olan Leknev şehrinde doğdu. Küçüklüğünden itibaren ilim ve tasavvuf yoğunluğu hayli fazla bir çevrede yaşadı. Hayatı boyunca duraksamadan ilmî çalışmalar yaptı, talebeler yetiştirdi, dersler yaptı, ümmetin problemlerine çözüm aramak için mesaisini harcadı. Bir âlim idi, aynı zamanda da bir mücadele ve fikir insanı... Mevdûdî'nin davetiyle 26 Ağustos 1941'de Cemâat-i İslâmî'nin kurucuları arasında yer aldı fakat daha sonra birtakım fikir ayrışmaları neticesinde Cemâat-i İslâmî ile yollarını ayırdı. Bu tarihten sonra da ümmetin muhtelif şehirlerinde ümmete hizmet maksadıyla muhtelif kurum ve kuruluşların yöneticiliğinde bulundu. Ömrünün son demlerine yaşadığı bazı sağlık sorunları neticesinde 23 Ramazan 1420 (31 Aralık 1999) tarihinde ahirete irtihal etti. Arkasında da onlarca muhalled eser ve ümmete istikamet çizecek onlarca talebe bıraktı. Rahmetullahi aleyh...

Kendisi de Çiştî şeyhi Gulâm Muhammed Bahâvelpûrî'ye intisaplı bir Sûfî olan Ebu'l-Hasen en-Nedvî, Müslüman yaşantısı ve ahlâkını tanzim etme açısından Selef-i sâlihîne sıkı sıkıya bağlı idi. Tasavvufun Ehl-i Sünnet dairesi içerisinde icrası hususunda İmâm-ı Rabbânî'nin tasavvufunu benimseyen Nedvî merhum, İmâm-ı Rabbânî'nin hayatını, mücadelesini ve tasavvufunu anlatmak üzere Müceddid-i Elf-i Sânî İmâm-ı Rabbânî adlı bir eser kaleme almıştır. Bu eserinde İmâm-ı Rabbânî'nin vahdet-i şuhûd nazariyesi bağlamında gerek İbn Arabî ve vahdet-i vücûd, gerekse İbn Teymiyye ve eleştirileri hakkında, eserinin bu konuya ayırdığı geniş bölümlerinde doyurucu hacimde bilgi vermektedir ve bu eser, yazı dizimiz boyunca sık sık başvurduğumuz bir kaynak olagelmiştir.

Bu eserinde, İbn Teymiyye'nin vahdet-i vücûd görüşüne kail olan bazılarınca ortaya atılan sapkın görüşlere yönelik eleştirilerine değinmesinin ardından Nedvî şöyle der:

"Bu rastgele söylenen sözlerin, bütün haramları helal görmenin ve rûhî anarşinin sorumlusu, sünnete son derece bağlı, (12) ibadetine düşkün, haramlardan sakınan, çilekeş, mücahedeci, nefsiyle şiddetli muhasebe yapan, şeytanın hilelerine ve nefsin oyunlarına tam olarak vakıf olan Şeyh-i Ekber Muhyiddin ibn Arabî gibi ârif ve araştırmacı birisi veya onun kitaplarıdır denemez. Fakat Muhyiddin ibn Arabî'ye ait öyle tuhaf ve insanı şaşırtan sözler vardır ki, bu sözler habbeyi kubbe yapmak isteyenlerin eline koz vermektedir." (13) cümlelerinin ardından İbn Arabî'nin eserlerindeki, daha önce bahsettiğimiz birtakım görüşlerden örnekler verir. İbn Arabî başta olmak üzere vahdet-i vücûd görüşüne kail olanlara yönelik eleştirileri ve duruşları, sık sık "Şeyhülislam" olarak nitelediği İbn Teymiyye'den nakleder. Eserin temasının, İmâm-ı Rabbânî'nin vahdet-i vücûda eleştirileri ve vahdet-i şuhûd merkezli tasavvuf anlayışı olmasına rağmen Nedvî merhumun İbn Teymiyye'nin eleştirilerinden de sık sık bahsetmesi ve İbn Teymiyye'yi referans kabul etmesi çok değerli ve fikir vericidir. Buna göre Nedvî merhum, İbn Arabî'nin takvasını, mücahedesini, sünnete düşkünlüğünü teslim etmekte, bununla birlikte eserlerindeki aykırı cümleleri de "Şeyh-i Ekber" olarak nitelediği İbn Arabî'nin şahsını rencide etmeden reddetmekte, bunu yaparken de "İmâm-ı Rabbânî adına yazdığı kitabında" İbn Teymiyye'nin İbn Arabî hakkında önceki övgülerini ve sonradan yönelttiği eleştirilerini de referans olarak kabul ederek "Şeyhülislam" olarak nitelediği İbn Teymiyye'nin de otoritesini teslim etmektedir.

Ebu'l-Hasen en-Nedvî merhumun bu eserinin ilgili bölümleri, konumuz üzerinde yapılmış en kapsamlı çalışmalardan biri özelliğindedir. Kendisinin imanı, ihlası, gayreti ve himmeti ile ortaya koyduğu direyetli duruş, tüm ümmete örneklik teşkil etmesi gereken bir asalet tablosudur. Allah O'ndan razı olsun...




Dipnotlar:

(1) Mevkıfu'l-Akl, 3/149

(2) Mevkıfu'l-Akl, 1/223, 242; 3/18, 361, 393; 4/216

(3) el-Esrâru'l-Hafiyye Verâ'e İlgâ'i'l-Hilâfeti'l-Osmâniyye, çev. Hilâfetin İlgasının Arka Planı, s. 43

(4) Yeni İslam Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyyesi, Musa Carullah Bigiyef'e Reddiye, 10, 85, 134, 153, 157, 168, 169, 170

(5) Ömer Nasuhi Bilmen, Tabakâtü'l-Müfessirîn, 2/504-5

(6) a.g.e, 2/506

(7) a.g.e, 2/507-8-9

(8) a.g.e, 2/512

(9) a.g.e, 2/515

(10) Allâme Âlûsî'nin İbn Teymiyye'ye bakışına önceki makalelerimizden birinde değinmiştik. Bkz: İbn Arabî ile İbn Teymiyye İhtilafına Yaklaşımlar - 7 (Alimlerden Örnekler - 2)

(11) a.g.e, 2/545

(12) Şeyh-i Ekber; kıyası kabul etmeyen, hadisin dış mânasına göre amel eden İmam Dâvud'un Zâhirî mezhebine bağlıydı. bkz: Nedvî, İmâm-ı Rabbânî, s. 297, 4 no'lu dipnot.

(13) Nedvî, İmâm-ı Rabbânî, s. 297

18 Ekim 2015 Pazar

İbn Arabî ile İbn Teymiyye İhtilafına Yaklaşımlar - 8 (Alimlerden Örnekler - 3)


MUHAMMED ZÂHİD EL-KEVSERÎ ÖRNEĞİ

Bu tür konularda adı daima olmazsa olmazlar arasında sayılan allâme-i cihân İmam Muhammed Zâhid el-Kevserî, konuyla ilgili bilhassa Sûfî camianın zihnini ışıldatacak bir kandildir. 1296 (m. 1879) yılında Düzce’nin Çalıcuma köyünde dünyaya gelen İmam Zâhid el-Kevserî, küçük yaştan itibaren başladığı ilim tahsilini başarılı bir şekilde tamamlayıp bilahare Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin ders vekilliğine kadar yükselmiş, bu süreçte modernizm rüzgarlarıyla birlikte kanser gibi topraklarımızda yayılan “reform” adı altındaki tahrifat çalışmalarına ve İttihatçıların bozguncu faaliyetlerine karşı şiddetli mukavemet göstermiştir. Başta saltanatın ilğâsı olmak üzere Kemalist inkılaplar ile birlikte İslam dinine ve hoca sınıfına doğrudan kast edilmesi karşısında Mısır’a hicret etme kararı almış ve 3 Aralık 1922 Pazar günü İskenderiye’ye gitmiş, ömrünün kalanını ise başta Kahire olmak üzere Mısır’da geçirmiş ve burada vefat etmiştir. 

İmam Zâhid el-Kevserî’nin talebelerinden Ahmed Hayri, İmam’ın zül cenâheyn vasfıyla aynı zamanda bir mutasavvıf olduğu, Kastamonulu Hasan Hilmi Efendi’ye intisaplı bir Nakşibendî olduğu ve silsilesinin Ahmed Ziyaüddin Gümüşhânevî Hazretleri vasıtasıyla Şeyh Hâlid-i Bağdâdî’ye (k.s.) dayandığı bilgisini vermektedir. (1) Tüm İslamî ilim dallarında yed-i tûlâ sahibi olan ve Hanefî-Mâturîdî çizginin otoriteleşmiş temsilcilerinden olan İmam’ın aynı zamanda Sûfîyyü’l-meşrep olması konumuza ışık tutması açısından çok değerlidir. 


Eserlerine vakıf olanların malumudur ki İmam Kevserî, şiddetli bir İbn Teymiyye karşıtıdır. Başta Makâlât olmak üzere eserlerinde yer yer, İbn Teymiyye’nin kitaplarındaki bazı görüşlerin kişiyi iman dairesinin dışına çıkaracak kadar tehlikeli ve hatalı olduğunu vurgular. Onun son derece sert eleştirilerini celb eden İbn Teymiyye’nin eserlerindeki bazı bölümler şunlardır: 

“Malumdur ki Kitap, Sünnet ve İcma’, bütün cisimlerin muhdes (sonradan yaratılmış) olduğunu ve Allah’ın cisim olmadığını söylemez. Müslümanların imamlarından hiçbir imam da böyle bir şey söylememiştir. Dolayısıyla ben bu görüşü (Allah’ın cisim olmadığı görüşünü) terk etmekle ne fıtrattan ne de şeriattan çıkmış olurum.” (2) 


İbn Teymiyye’nin, Müslümanların imamlarından hiçbirinin Allah’ın cisim olmadığını söylemediği yönündeki iddiasına karşın İmam A’zam Ebû Hanîfe “Allah’ın varlığı, cisim, cevher, araz, had, zıd, eş ve ortaklardan münezzehtir.” (3) cümlesiyle Allah’ın cisimlikten ve cisimlere mahsus özelliklerden berî ve münezzeh olduğunu vurgulamaktadır. 

“Malumdur ki Allah’ın kelamındaki el-Vâhid ismi, Allah’ın sıfatlarının selbi (var olmadığı) ve Allah’ın duyularla idrak edilemeyeceği anlamına gelmez. Allah’ın varlığının bir sınırı olmadığı anlamına da gelmez. Bunlar, Cehmiyye’nin ve tabilerinin bid’at görüşler olarak ortaya attıkları şeylerdir.” (4) 

İbn Teymiyye, Allah’ın duyularla idrak edilebileceğini ve O’nun varlığının bir sınırı olduğunu, aksinin ise Cehmiyye’nin bid’at görüşlerinden biri olduğunu söylerken, öte yandan İmam Tahâvî Hazretleri, meşhur akîde metninde “Vehimler O’na erişemez, anlayışlar O’nu idrak edemez.” (m. 8) ve “O hudud ve sınırlardan, erkan, organ ve araçlardan münezzehtir.” (m. 45) cümleleriyle Allah’ın duyularla idrak edilemeyeceğini ve O’nun varlığı için bir sınırın söz konusu olamayacağını, sınır, organ ve araç gibi beşere mahsus özelliklerden münezzeh olduğunu ikrar etmektedir.

"Allah Teâlâ'nın kitabında, Hz. Peygamber (sav.)'in sünnetinde, sahabeden, tabiinden ve tebe-i tabiinin büyüklerinden hiçbirinin sözlerinde ne Müşebbihe ne de teşbih zemmedilmiştir (kötülenmiştir). Yahut teşbih görüşünü reddeden bir ifade yoktur. Teşbih ve Müşebbihe'yi kötüleme tavrı, sadece Cehmiyye'den gelmiştir." (5)

Allah Teâlâ'yı mahlukata benzetmek manasına gelen teşbih görüşü, İbn Teymiyye’nin savunduğunun aksine, "O'nun hiçbir misli yoktur." (Şûrâ 11), "Hiçbir şey O'na denk değildir." (İhlâs 4), "Allah'a emsaller/benzerler koşmayın." (Nahl 74) gibi muhkem ayetlerin açık ifadesiyle yasaklandığı gibi, Allah'ın hiçbir mahluka hiçbir yönden benzemeyeceği ve O'nu mahlukata mahsus özelliklerle vasıflandırmanın küfür olduğu, el-Fıkhu'l-Ekber (s. 1), el-Akîdetü't-Tahâviyye (m. 37) gibi selefe ait birçok akâid metninde ve kitabında da vurgulanmıştır. Ayrıca İmam Ebû Hanîfe Hazretlerinin şu cümleleri Selef-i Sâlihîn’in, teşbih görüşü ve Müşebbihe mezhebi karşısındaki tutumunu bizlere gösterir niteliktedir: "Bize doğu tarafından iki bid'at görüş geldi. Biri Cehm bin Safvân'ın ta'tîl görüşü, diğeri Mukâtil bin Süleyman'ın teşbih görüşü. … Cehm, teşbihi nefyde ifrata gitti ve Allah hiçbir şeydir demeye kadar işi götürdü. Mukâtil ise Allah'ı mahlukata benzetmekte (teşbihte) ifrata gitti.(6)

İbn Teymiyye başka bir eserinde de şunları söyler:

“Ehl-i hadisten bir taife, içerdiği çelişkiden dolayı bu rivayeti reddetmiştir. Ebû Bekir el-İsmâilî, İbnü’l-Cevzî ve başkaları böyle yapmıştır. Lakin Ehl-i Sünnet’in ekseriyeti bunu kabul etmiştir. Bu rivayette şöyle denmiştir: “Şüphesiz Allah’ın Arş’ı -veya Kürsisi- gökleri ve yeri kuşatır. Ve şüphesiz Allah, Arş’a oturur(!) ve Arş’tan dört parmaklık dahi fazlalık kalmaz -veya Arş’tan sadece dört parmaklık fazlalık kalır.- Ve şüphesiz Arş, bundan dolayı inler/ses çıkarır, tıpkı yolcusunun oturmasıyla gıcırdayan yeni bir semer gibi.” … Lakin, bu rivayetin ravilerinin ekseriyeti şu ibareyle nakletmiştir: “Arş’tan sadece dört parmaklık fazlalık kalır.” O halde Arş, Allah’tan dört parmak daha büyük kabul edilmiş olur. … Şüphesiz Kur’an’ın metodu, Allah’ın azametini açıklarken, Allah’ın bilinen her şeyden daha azametli/büyük olduğunu vurgulamaktır. … Burada Arş’ın azametiyle birlikte Rabb’ın azameti zikredilmiştir ki şüphesiz O, Arş’ın tamamını (?) istiva etmiştir, Arş’tan dört parmaklık dahi fazlalık (boşluk) kalmaz.(!)” (7) 

Bu rivayette görüldüğü gibi hadisin metninde, manasını ve maksudunu etkileyebilecek/değiştirebilecek ölçüde farklılıklar ve çelişkiler olması neticesinde, hadis usulünde “ıztırab” adı verilen bir illet meydana gelir ki hadisin sıhhatini olumsuz etkilemektedir. Burada birbiriyle çelişen “Arş’tan sadece dört parmaklık fazlalık kalır.” ile “Arş’tan dört parmaklık fazlalık dahi kalmaz.” ifadeleri ve “Allah’ın Arş’ı” ile “Allah’ın Kürsi’si” ifadeleri arasındaki tezattan dolayı -İbn Teymiyye’nin de kabul ettiği üzere- bu hadis ıztırablıdır. Bu ise hadisin sıhhat derecesini zedeleyen bir illettir. Çünkü söz konusu ifadelerden hangilerinin geçerli olacağı hususu, hadisin manasını ve maksudunu değiştirmektedir. Ayrıca hadisin görünen manası, Ehl-i Sünnet alimlerinin Kur’an ve sahih Sünnet’ten istinbat ettiği tenzih akîdesine aykırılık teşkil eder. Nitekim oturmak, bir kütleye sahip olmak, hacimsel bir alan kaplamak, bir mekanda olmak gibi vasıflar, mahlukata/beşere mahsus vasıflardır ve hiçbir misli/benzeri olmayan Allah Teâlâ’yı bu tür beşere mahsus olan ve acziyet-ihtiyaç ifade eden vasıflardan hassasiyetle tenzih etmek gerekir. İmam A'zam Ebû Hanîfe Hazretleri de, 
"Allah Teâlâ, kendisi için bir ihtiyaç ve (Arş'ın üzerine) istikrar (yerleşme, mekân tutma) olmaksızın Arş'a istiva etmiştir. Eğer (Arş'a ve bir yerde yerleşip mekân tutmaya) muhtaç olsaydı, tıpkı mahluklar gibi alemi yoktan var etmeye ve idare etmeye muktedir olamazdı. Oturmaya ve karar kılmaya muhtaç olsaydı, Arş'ı yaratmadan önce Allah Teâlâ nerede idi? Yüce Allah bundan münezzehtir." (8) cümleleriyle İbn Teymiyye'nin düşündüğünün aksine, Allah Teâlâ'nın Arş'a istivasının oturmak, mekan tutmak, yerleşmek suretiyle olmadığını, bu fiillerin mahluklara ait fiiller olduğunu ve Yüce Allah'ın bunlardan münezzeh olduğunu vurgular.

İmam Zâhid el-Kevserî, “Etîtü’l-Arş” rivayeti olarak bilinen “Allah’ın Arş’a oturması ve Arş’ın inlemesi/gıcırdaması” olarak özetleyebileceğimiz yukarıdaki rivayetin senedindeki İbn İshak’ın birçok hadis tenkitçisi tarafından cerh edildiğini (olumsuz eleştirildiğini), onu destekleyenlerin ise belli şartlarla desteklediğini söyler. (9) Nitekim Hâfız Zehebî, söz konusu “Etîtü’l-Arş” rivayetinin sıhhati hakkında şunları söyler: “Bu cidden garîb, ferd (tekil-başka rivayetler tarafından desteklenmeyen) bir rivayettir. Rivayetin senedindeki İbn İshak, sadece megazi konusunda hüccettir. Onun münker (zayıf) ve acaib rivayetleri vardır. … Öte yandan etît/inleme konusunda sâbit bir nass gelmemiştir.” (10) İmam Ahmed bin Hanbel bu rivayetin senedindeki İbn İshak hakkında: “Onun megazi ile ilgili hadisleri yazılır. Ancak haram-helal söz konusu olduğunda ondan daha kuvvetlilerini isteriz.” (11), İbn Humâm ise “İbn İshak sika ve sadûktur (güvenilirdir). Lakin an’ane yaptığı zaman delil olarak kabul edilmez.” der. (12)

Hadis tenkitçileri nazarında İbn İshak müdellis bir râvîdir (13) ve müdellis râvîlerin an’ane yoluyla naklettikleri hadisler, ulema nazarında delil olarak kabul edilmemektedir. (14) İbn İshak, bu rivayetin Ya’kûb b. Utbe’den naklinde infirad etmiştir (yalnız kalmıştır) ve an’ane yapmıştır. Cerîr b. Hâzim de rivayetin İbn İshak’tan naklinde infirad etmiştir ve söz konusu Cerîr b. Hâzim, muhtelit (15) bir râvîdir. (16) Hadis ulemasının tenkitleri ve söz konusu “Etîtü’l-Arş” hadisinin gerek metin gerekse sened itibariyle taşıdığı illetler, İbn Teymiyye’nin savunduğunun aksine hadisin zayıf olduğunu ve dolayısıyla itikadda bir şey ifade edemeyeceğini gösterir.

Yine İbn Teymiyye, aynı eserinin başka bir bölümünde şöyle söyler: 

“Razı olunmuş ulema ve Allah’ın makbul evliyası nakletmiştir ki: “Şüphesiz Allah, Rasulullah (sav.)’i Arş’ın üstünde kendi yanına oturtur.” Bu rivayeti Muhammed ibn Fudayl, Leys’ten, o da Mücâhid’den, “Umulur ki Rabbin seni Makâm-ı Mahmûd’a eriştirir.” (İsrâ 79) ayetinin tefsiri olarak nakletmiştir.” (17) 

İbn Teymiyye’nin razı olunmuş alimlerin ve Allah’ın makbul dostlarının naklettiğini söylediği bu rivayet hakkında Hâfız Zehebî: “Hz. Peygamber (sav.)’in Arş’a oturtulması ile ilgili rivayetlerin hiçbiri sabit değildir. Bu konuda çok fazla zayıf hadis vardır.” (18) demektedir. Hadisin senedinde yer alan ve el-İşfâk adlı eserinde İmam Kevserî'nin de cerh ettiği İbn Lehi'â ve hadisin senedi hakkında Ebu’l-Hasen el-Heysemî: “Bu hadisin isnâdında İbn Lehi'â vardır, bu zat müdellistir ve onun desteklenmeyen rivayetleri zayıftır. Ayrıca yine bu hadisin isnâdındaki Atâ bin Dînar’ın Said b. Cübeyr’den hadis dinlemediği söylenmiştir.” (19) der. Yine İbn Hibbân, hadisin isnâdındaki İbn Lehi'â hakkında: “Gördüm ki, İbn Lehi'â, zayıf râvîlerin rivayetlerini, güvenilir râvîlerden almış gibi naklediyor.” (20) demektedir. Nâsıruddin el-Albânî ise İbn Lehi'â’nın seyyi’ü’l-hıfz (hafızası kötü) olduğunu söyler. (21) Kimi cerh-ta'dil otoritelerinin, İbn Lehi'â'nın aslında sika (güvenilir) bir ravi olduğunu söylemelerinin yanı sıra, müdellis bir ravi olduğu ve kendisine ait bir hadis sahifesinin kaybolması sonucu ezberindeki rivayetleri ve ravileri karıştırmaya başlamasından dolayı hadis otoritelerince cerh edildiği bilgisi elimizdedir. Hadis alimlerinin bu tespitleri doğrultusunda İbn Teymiyye’nin sahih olarak kabul ettiği, Hz. Peygamber (sav.) Efendimizin Arş’a (hâşâ Allah’ın yanına) oturtulması ile ilgili rivayetlerin aslında zayıf olduğu ve itikadda bir şey ifade etmeyeceği sabittir. 

Yukarıda kendisinden naklettiğimiz üzere İbn Teymiyye Allah'ın Arş'a oturduğu ve Arş'ın tamamını kapladığı görüşündedir. Aksi halde İbn Teymiyye'ye göre Arş, boyut olarak Allah'tan daha büyük kabul edilmiş olur ama ona göre Allah hacim itibariyle her şeyden büyüktür, büyük olmalıdır. Allah'ın Arş'ın tamamını kapladığını düşünürken; öte yandan tamamı Allah tarafından kaplanmış ve dört parmak bile boşluk kalmamış olan Arş'ta "Makam-ı Mahmud" adlı boş bir yer bulunduğunu ve buraya Rasulullah'ın oturtulacağını savunması, İbn Teymiyye'nin kendisi açısından çelişki teşkil eder. Bu çekişkilerden kurtulmanın yolu ise, Allah'ın boyut, hacim, cisimlik, mekansallık, oturmak, alan kaplamak gibi beşerî hususiyetlerle asla bağdaştırılmaması gerektiği hakikatidir. Kabul edildiği takdirde ardı arkası kesilmeyen çekişkilere ve itikadî problemlere sebebiyet veren bu rivayetler, zaten sıhhatlerindeki kusurlar nedeniyle itikada konu edilemez, sahih ve münezzeh Allah inancına mugayirdir.

Yine İbn Teymiyye, başka bir eserinde şöyle der: 

“Selef, bu ve benzeri haberlerin naklinde ittifak etmiştir. Örneğin; Atâ ibn Ebî Rabâh, Habîb ibn Ebî Sâbit, A’meş, Sevrî ve onların arkadaşları inkar etmeden bunu nakletmiştir. Şöhret seviyesine ulaşan bu çeşitli rivayetler delildir ki, ümmetin alimleri, Allah’ın Adem’i Rahman’ın suretinde yarattığı görüşünü inkar etmemişlerdir. Tam aksine, bu görüş üzerinde ittifak etmişlerdir. Bazılarının, bu rivayetin kerih/zayıf olduğunu söyledikleri görülebilir. Çünkü ümmetin alimleri üzerinde ittifak etmiş olsa bile bazı şeyler vardır ki cahiller onu işitip yanlış sonuçlara gidebilir.” (22) 

İbn Teymiyye’nin, üzerinde Selef’in ittifak ettiğini söylediği “Şüphesiz Allah, Adem’i Rahmân’ın suretinde/biçiminde yaratmıştır.” rivayeti hakkında İbn Huzeyme: “Bu rivayette üç illet/zayıflık vardır. Birincisi; Sevrî, bu rivayetin naklinde Atâ ibn Ebî Rabâh’a muhalefet etmiş ve hadisi mürsel olarak (yani sahabe ismi zikretmeden) nakletmiştir. İkincisi; A’meş, müdellis bir râvîdir ve bu hadisi naklederken an’ane yapmıştır. Üçüncüsü; Habîb b. Ebî Sâbit de müdellis bir râvîdir ve bu hadisi naklederken an’ane yapmıştır.” (23) ifadeleriyle bu rivayetin senedindeki illetleri açıklar. Zâhid el-Kevserî de İbn Huzeyme’nin söz konusu eserindeki itikadî meselelerde birçok yanlışlık olduğunu, lakin bu rivayetin üç illetini açıklarken isabet ettiğini söyler. (24) İbn Teymiyye’nin sahih olduğunu düşündüğü, Allah’ın Adem (as.)’ı Rahman’ın suretinde yarattığına dair rivayetler de isnadlarındaki illetler dolayısıyla aslında zayıftır ve itikadda bir şey ifade etmemektedir. Aksi halde Adem (as.)'ın Allah'ın biçiminde olduğuna (veya tam tersi) inanılması tehlikesi doğar ki Allah Teâlâ'nın hiçbir şeye benzemediği/benzetilmemesi gerektiği hakikatine aykırılık teşkil eder. 

İbn Teymiyye’nin kendi şahsî kanaatini sık sık ekseriyete, Selef’e, Ehl-i Sünnet’e vs. atfettiğini ve bu yolla kendi görüşünü meşrulaştırmaya çalıştığını düşünen İmam Kevserî, İbn Teymiyye’nin bu görüşlerine kısaca şu cümlelerle mukabele eder: 

“Cenâb-ı Hakk’ın “Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’ı istiva eden, yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilen O’dur. Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir.” (Hadîd 4) ayetinde “istiva” ile “kullarla beraber olma” fiillerini birlikte-aynı ayette zikretmiş olması, istivanın mekânsal bir yerleşme olmadığının kesin delillerinden birisidir.” (25) 

“Cenâb-ı Hakk’ın bir mekânda yerleşmiş bulunduğunu söyleyen kimse putperesttir.” (26) 

“Yine Cenâb-ı Hakk’ın bir sınırı, keza O’nun bir mekânı ve mekânının da bir sınırı olduğunu söylemek tecsimdir. Tecsim (yani Allah’a cisimlik isnad etmek) ise putperestlikten başka bir şey değildir.” (27) 

“Haşeviyye taifesinin, kitaplarında İmam Mâlik ve İmam Ebû Hanîfe’den rivayet ettikleri -teşbih ve tecsim ifade eden- görüşler sahih senedlerle nakledilmemiştir.” (28) 

“Osman b. Said ed-Dârimî’nin İbn Teymiyye tarafından hararetle tavsiye edilen Nakzu’d-Dârimî adlı eserinde yer alan “Yüce Allah’ın dilerse oturacağı, kalkacağı, yukarıdan aşağıya inip aşağıdan yukarıya çıkacağı, Cenâb-ı Hakk’ın kulları ile arasında maddi bir mesafe bulunduğu, dolayısıyla minaredeki bir insanın yerdeki bir insana nazaran Allah’a daha yakın olacağı vb.” görüşler küfürdür.” (29) 


İmam Zâhid el-Kevserî, naklettiğimiz üzere İbn Teymiyye’nin söz konusu görüşlerini çok sert ifadelerle eleştirmektedir. Buna rağmen ilim vakarını ve itibarını elden bırakmayan İmam Kevserî, itikâdî hususlarda şiddetle eleştirdiği İbn Teymiyye’ye eserlerinde yer yer atıflar yapar. Bazı meselelerde İbn Teymiyye’nin eserlerini kaynak olarak zikretmekten ve ihkâk-ı hak kabilinden görüşlerini referans olarak almaktan ve nakletmekten geri durmaz. (30) Bu ise, en büyük karşıtlarından biri olan İmam Kevserî’nin İbn Teymiyye’nin ilim adamı/alim şahsiyetine hak ettiği değeri verdiğini gösterir bir karinedir. 


Konumuzun diğer boyutu olmak üzere, İmam Muhammed Zâhid el-Kevserî, İbn Arabî hakkında ise şunları söylemektedir: 

“Müellif (yani İbn Arabî), kitapta ele aldığı bazı meselelere hiç girmeyebilirdi. Sekr ehli abidlerin şatahatlarına (şuursuz iken söylenmiş aykırı sözlerine) dalmaktan uzak durulması gerektiğini düşünüyorum. Zira bu konuda söylenecek söz, son söz olmayabilir. Hatta bu mesele hakkında ihtilaf eden tarafları razı etmek az görülen bir şeydir. Vahdet-i vücûd, onu açıklığa kavuşturmak için ortaya konulan her gayretin zayi olduğu bir mevzudur. Hep müşahede edilegeldiği gibi, bu mevzunun derinliğine girenlerin ekseriyeti zararlı çıkmıştır. Bilindiği gibi şeriata bağlı kalanların tuttuğu yol, vahdet-i şuhûddur.” (31) 

Kendisi de bir Sûfî olan İmam Kevserî, daha önce başka alimlerden naklettiğimiz üzere İbn Arabî’nin eserlerinden ve görüşlerinden uzak durulması gerektiğini söylemekle tasavvufun temelinde bulunması gereken şeriat çizgisini muhafaza etmektedir. Bütün bunlarla birlikte bir şahs-ı muayyenin ithamından/tekfirinden hassasiyetle kaçınan İmam Kevserî’nin şu sözleri birer ibret vesikasıdır: 


“Biz bir kimsenin küfre girdiğini söylediğimizde, onun, kişiyi dinden çıkaran bir söz söylediğini anlatmak isteriz. Onu söyleyenin kafir olduğuna kesin bir şekilde hükmetmeyiz. Çünkü söz konusu kişinin tevbe etmiş ve amel defterinin hayırla mühürlenmiş olma ihtimali söz konusudur. Bizim buradaki amacımız, Müslümanları böyle bir sözden ve onu söyleyeni kendisine örnek almaktan sakındırmaktır.” (32) 





İnşallah devam edecek… 

Dipnotlar:

(1) Ahmed Hayrî, İmam el-Kevserî, nşr; el-Mektebetû'l-Ezheriyye li't-türâs, 1420/1999 s.5 

(2) İbn Teymiyye, Beyân-ı Telbîsü’l-Cehmiyye, 1/118 

(3) el-Fıkhu’l-Ekber, s. 2 

(4) İbn Teymiyye, Beyân-ı Telbîsü’l-Cehmiyye, 1/484 

(5) İbn Teymiyye, Beyân-ı Telbîsü'l-Cehmiyye, 6/497-98

(6) Hatîb el-Bağdâdî, Târihu Bağdâd, 13/164-65

(7) İbn Teymiyye, Mecmû’u’l-Fetâvâ, 16/435-6-7 

(8) el-Vasıyye, s. 73

(9) Makâlâtu’l-Kevserî, s. 516

(10) el-Uluvv, 1/415-16

(11) Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât, s. 418-19

(12) Fethu'l-Kadîr, 1/31

(13) Beyhakî, a.g.e, aynı yer.


(14) Hadis usulünde “müdellis”, tedlis yapan râvîler için kullanılan bir cerh ifadesidir. Râvînin, bir hadisi naklederken o hadisi kendisinden dinlediği kişinin ismini her hangi bir sebepten dolayı gizlemesi manasına gelir. Bu ise, râvînin bir hadisi aslında bizzat işitmediği bir zattan bizzat işitmiş gibi nakletmesi demektir. Dolayısıyla tedlis yapan bir râvînin bir hadisi, öğrendiği şahıstan doğrudan dinlediğini çağrıştıran “haddesenâ, ahberanâ, semi’tu” gibi ibareler yerine, ondan doğrudan dinlediği izlenimi vermeyen “an …” ekiyle nakletmesi (yani an’ane yapması), hadisin senedinde kopukluk olduğu izlenimini doğurması hasebiyle o hadisin sıhhat derecesini düşüren bir illettir. Bu itibarla müdellis bir râvînin an’ane yoluyla naklettiği hadislerin reddedilmesi, muhaddisler nezdinde müttefekun aleyh bir usûl-i hadis kaidesi olarak tespit ve kabul edilmiştir. 

(15) Hadis usulünde “muhtelit”, ihtilata maruz kalan hadis râvîleri için kullanılan bir cerh ifadesidir. İhtilat ise, yaşlanmaya veya bazı psikolojik durumlara bağlı olarak hadis râvîsinde görülen ciddi hafıza kusurlarının genel adıdır. “Hadis ilminde ihtilat, çoğunlukla, hadis râvîlerinin, uzun ve meşakkatli tahsil hayatları sonrası yaşlılık demlerine baliğ olduklarında hafızalarının giderek zayıflaması, kimi zaman da bir insan olarak tahammülü zor ağır bir hastalık yahut çok sevilen bir yakını kaybetme gibi özel durumlar neticesinde aklî dengenin bozulması ve bunun sonucu olarak râvînin rivayetinde hatalarının çoğalıp doğruları kadar veya daha fazla olması anlamını ifade eder.” Bkz: Mehmet Fatih Kaya, Hadis Usûlünde İhtilât, Rıhle Kitap, İstanbul



(16) İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb, 2/75

(17) İbn Teymiyye, Mecmû’u’l-Fetâvâ, 4/374 

(18) el-Uluvv, 2/1081

(19) Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 7/51 

(20) İbn Hibbân, Kitâbu’l-Mecrûhîn, 2/12 

(21) İbn Ebî Âsım, Kitâbü’s-Sünne, s. 230 

(22) İbn Teymiyye, Beyân-ı Telbîsü’l-Cehmiyye, 6/445 

(23) İbn Huzeyme, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 38 

(24) Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât, s. 291, 1 no’lu ta’lik; Söz konusu rivayetin farklı tariklerinin metin ve sened yönünden taşıdıkları illetler için bkz: Ebubekir Sifil, Çağdaş Dünyada İslamî Duruş, s. 227 vd. 

(25) Makâlâtu’l-Kevserî, s. 366-7 

(26) Makâlâtu’l-Kevserî, s. 377 

(27) Makâlâtu’l-Kevserî, s. 378 

(28) Makâlâtu’l-Kevserî, s. 411; İmam Kevserî'nin "Haşeviyye taifesi" diyerek İbn Teymiyye'yi ve onun çizgisini takip edenleri kast ettiğine dair elimizde bir karine yoktur. Fakat gerek İbn Teymiyye’nin kitaplarında, gerekse Selefî çevrelerce muteber sayılan İbn Ebi’l-İzz'in el-Akîdetü’t-Tahâviyye Şerhi gibi kitaplarda İmam A’zâm Ebû Hanîfe Hazretleri’nin, Allah’ın gökte olduğunu inkar edenin kafir olacağını söylediğine dair rivayetlere rastlamak mümkündür. İmam Kevserî, bu rivayetlerin sahih senedlerle nakledilmediğini vurgulamaktadır. Ayrıca bkz: el-Fıkhu’l-Ekber, Aliyyu’l-Kârî Şerhiyle birlikte, s. 216 vd. 

(29) Makâlâtu’l-Kevserî, s. 355-6 


(30) Örn; Zâhid el-Kevserî, Nazratü’n-Âbira, s. 119 

(31) Mukaddimâtu’l İmâm el-Kevserî, s. 554 

(32) Makâlâtu’l-Kevserî, s. 400

14 Ağustos 2015 Cuma

İbn Arabî ile İbn Teymiyye İhtilafına Yaklaşımlar - 7 (Alimlerden Örnekler - 2)

İMAM CELÂLÜDDÎN ES-SUYÛTÎ ÖRNEĞİ

İslam ilim tarihinde İmam Suyûtî olarak bilinen Ebu’l-Fadl Celâlüddîn Abdurrahmân es-Suyûtî (r.a.), 849 (m. 1445) senesinde Kahire’de doğmuştur. İslamî ilimlerin tamamında otorite haline gelmiş, her mezhep ve meşrepten kitlelerin takdirini kazanmış ve çok geniş çevrelerce 10. asrın müceddidi olarak kabul edilmiştir.

İmam Suyûtî, Tabakâtu’l-Huffâz adlı tabakat kitabında İbn Teymiyye’nin hal tercemesinde: “İbn Teymiyye; şeyh, imam, müctehid, müfessir, şeyhülislam, zahidlerin önderi, Takiyyuddîn Ebu'l-Abbas Ahmed b. Şihâbuddîn … el-Harrânî …” (1) cümlelerinden sonra İbn Teymiyye’nin ilim tahsilinden ve hayat serüveninden kısaca bahseder. Hal tercemesinde övgülerle bahsettiği İbn Teymiyye’nin bazı itikadî görüşlerinde İmam Suyûtî’nin ondan ayrı düşündüğünü de yine kendi eserlerinden görüyoruz. “Fevklerinde olan Rablerinden korkarlar.” (2) ayetindeki “fevk” kelimesinin “yukarıdalık” anlamında bir yön veya istikamet belirtmediğini, yücelik ve üstünlük manasında olduğunu (3) söyleyen İmam Suyûtî, başta Allah’ın Arş’a istivasıyla ilgili ayetler olmak üzere bu tür müteşabih ayetlerle kastedilenin zahirî manaları olmadığını, zahirî manalarından Allah’ı tenzih etmek gerektiğini söyleyerek (4) İbn Teymiyye’den ayrılır. 


Yine İmam Suyûtî, İbn Arabî hakkında ise Tenbîhu'1-Gabî fî Tenzîh-i İbn Arabî adlı bir risale yazmıştır. Bu risalesinde İmam Suyûtî İbn Arabî’den şöyle bahseder:

“Muhyiddin ibn Arabî hakkında alimler iki fırkaya ayrılmış, bir kısmı onun veli olduğuna, bir kısmı ise veli olmadığına inanmıştır. Bence iki fırkanın da razı olmayacağı bir yol vardır: Muhyiddin ibn Arabî’nin veli olduğuna inanılması, fakat kitaplarının okunmasının haram olması.” (5)

Buna göre kendisi de bir mutasavvıf olan İmam Suyûtî, İbn Arabî’nin veli olduğunu kabul etmekte, lakin İbn Arabî’nin kitaplarındaki sahih İslam itikadıyla bağdaşmayan cümlelerden dolayı kitaplarının okunmaması gerektiğini düşünmektedir. Yine İmam Suyûtî, risalesinin başka bir yerinde İzzeddîn ibn Abdüsselâm (r.a.)’dan şu olayı nakleder:

“Fakih, alim İzzüddîn ibn Abdüsselâm, Muhyiddin ibn Arabî’nin aleyhinde konuşur ve onun zındık olduğunu söylerdi. Bir gün arkadaşları kendisine “Bize kutbu göstermeni istiyoruz.” dediler. O da Muhyiddin ibn Arabî’yi gösterdi. Bunun üzerine arkadaşları: “Sen ona hem zındık diyorsun, hem de onun kutup olduğunu söylüyorsun. Bu nasıl olur?” dediler. İzzüddîn ibn Abdüsselâm: “Ben ona zındık diyerek şeriatı koruyorum. Kutup diyerek ise hakikati söylüyorum.” demiştir.” (6)




İmam Suyûtî'nin İbn Arabî hakkındaki söylemleri kimi çevrelerce çelişkili bulunmuştur. Nitekim İbn Arabî hakkında: "Kur'ân-ı Kerîm'i cevher-i lâfzîsinin iktizâ etmediği bir vechile tefsîr etmek tahrîm-i galîz ile haramdır. Kendisine Kitâbu'l-Fusûs nisbet edilen mübtedi' İbn Arabî'nin yaptığı gibi..." (7), "Biz i'tikad ederiz ki, ilmen, amelen, sohbeten Sôfiyye'nin seyyidi bulunan Ebu'l Kasım el-Cüneydî'nin tarîki, kavim bir tarîktir. Çünkü bu, bid'atlerden hâlî, tefvîz ve teslim, nefisten teberrî dâiresinde cârîdir. İbn Arabî ve emsâli gibi mutasavvıfeden bir cemâatın tarîki hilâfına ki, o zendikadır, Kitap ve Sünnet'e münâfîdir." (8) demiştir ki bu sözler, İbn Arabî'yi tebcîl eden diğer söylemleri ile tezat teşkil eder.

İmam Suyûtî’nin, iki zattan da nakledilmiş olan sahih İslam itikadına aykırı görüşleri benimsememek, ama haklarında Allah’tan hayırdan başka bir şey dilememek olarak özetleyebileceğimiz duruşu, zihinlerimize ışık tutan bir kandil mesabesindedir.

FAKİH İBN ÂBİDÎN ÖRNEĞİ

1198 (m. 1784) senesinde doğan meşhur Hanefî fakihi Muhammed Emîn İbn Ömer İbn Âbidîn ed-Dımeşkî, Hz. Hüseyin Efendimizin soyundandır. Hanefî fıkhının son dönem otoritelerinin önde gelenlerinden kabul edilmekle birlikte tüm çevrelerin takdirini kazanan İbn Âbidîn (r.a.), aynı zamanda Nakşibendî tarikatının önde gelenlerinden Şeyh Hâlid-i Bağdâdî (k.s.)’nin müridi olan bir Sûfî olup, Şeyh’in cenaze namazını da bizzat kıldırmıştır. İbn Âbidîn’e ait olan meşhur Reddü’l-Muhtâr ale’d-Dürrü’l-Muhtâr adlı hacimli fıkıh kitabı, yazıldığı günden bugüne Hanefî fıkhının en temel kaynaklarından biri olagelmiştir. 




İbn Âbidîn (r.a.), Reddü’l-Muhtâr’da İbn Arabî’nin hal tercemesinde Ebussuud Efendi’nin İbn Arabî’nin kitaplarındaki aykırı görüşlerin onun kitaplarına sonradan sokuşturulmuş olduğu ve kitaplarının tahrif edilmiş olduğu görüşünü nakleder ve destekler. Bu konuda şunları söyler:

“Şeyh-i Ekber’in kitabında şeriata uymayan sözlerin tahrif ve Şeyh’e iftira olduğu sabit olursa zaten bunların okunmaması vacibdir. İftira olduğu sabit olmazsa herkes bu sözler ile Şeyh-i Ekber’in ya muradını anlayamaz veya muradının hilafını anlar da bu sözleri inkar eder. Bu takdirde de bu sözlerin okunmaması vacibdir. … Bir kitabın Muhyiddin ibn Arabî’ye ait olduğu sabit olunca, o kitaba bir düşman veya bir mülhid veyahut bir zındık tarafından kelimeler sokuşturulmuş olması ihtimali bulunabilir. Bu yüzden o kitapta mevcut olan her kelimenin Şeyh’e ait olduğunun sabit olması veya o kelimleler ile Sûfîler arasında bilinen mananın kastedilmiş olduğunun sabit olması lazımdır. Bunu bilmek ise mümkün değildir.” (9)

Yine kitabının aynı yerinde Muhyiddin ibn Arabî’nin “Bizden olmayanların kitaplarımızı okumaları haramdır.” dediğini, İmam Suyûtî’nin ve İzzeddin ibn Abdüsselâm’ın İbn Arabî hakkındaki mutedil görüşlerini, Ebussuud Efendi’nin ve İbn Kemâl Paşa’nın da Muhyiddin ibn Arabî’yi medheden ifadelerini nakleder. Netice itibariyle İbn Âbidîn, İbn Arabî’nin velayetini teslim etmekte, lakin kitaplarının okunmasını men etmektedir.

İbn Teymiyye hakkında ise İbn Âbidîn, yine aynı eserinde muhtelif bağlamlarda bir alim olarak İbn Teymiyye’nin görüşlerini ve fetvalarını referans olarak alır ve onun Mecmu’u’l-Fetâvâ, es-Sârimu’l-Meslûl gibi kitaplarından alıntılar yapar. İbn Teymiyye’den yer yer şeyhülislam olarak, yer yer hafız olarak bahseder. Yine Nureddin Yıldız hocaefendinin ifadesiyle; “Bir yerde de bir konuyu anlatırken, İbn Teymiyye’nin Hanefîlere ait bir söz söylediğini naklederken, kendisinin üstadlarından o nakli görmediğini ama İbn Teymiyye ‘güvenilir bir kaynak/sebt’ olduğu için bunu ondan naklettiğini söyler.” (10)

İbn Âbidîn de bu ihtilafla ilgili yolumuzu aydınlatan mutedil alimlerden biri konumundadır.


MÜFESSİR ÂLÛSÎ ÖRNEĞİ


1217 (m. 1802) senesinde Bağdat’ta doğan Ebu’s-Senâ Şihâbuddîn Mahmûd el-Âlûsî’nin soyu baba tarafından Hz. Hüseyin Efendimize, anne tarafından ise Hz. Hasan Efendimize dayanmaktadır. Mîlâdî 1851’de Sultan Abdülmecid döneminde meşhur tefsiri Rûhu’l-Ma’ânî’yi bitirmiş ve İstanbul’a bir seyahat gerçekleştirmiştir. Bu seyahatinde devrin uleması ve meşayıhı ile bir araya gelmiş ve ilim meclislerinde bulunmuştur. Daha sonra bu seyahati esnasında yaşadıklarını anlattığı Ğarâibu’l-İğtirâb adlı kitabında, bir mecliste kendisine sorulan “Şeyh-i Ekber Muhyiddîn hakkında ne dersin?” sorusuna verdiği cevabı şöyle anlatır:


“Şeyh-i Ekber Muhyiddin… Şeyh’in ilmen ve amelen kadrinin yüceliğinde şüphe yoktur. Onun müteşabih sözlerinin kendisi ve ona emsal kimseler arasında en güzel mahmiline hamli söz konusu ise de, o sözleri kitaplarında tedvin etme (derleme) gereği hissetmesinin sırrını bilmiyorum. O sözlerin, itikadı ve anlayışı zayıf birçok Müslümanın dalalete düşmesine kuvvetli bir sebep teşkil ettiği açıktır. Bahse konu sözlerin Kur’an ve Sünnet’teki müteşabihlere kıyas edilmesi, anlayış sahiplerinin rıza göstermeyeceği bir tutumdur. Aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, Fusûs’taki şeylerin tebliğini, Kur’an ayetlerini tebliğ zamanından sonraya, hicretten yaklaşık 600 sene sonra Muhyiddîn’in geleceği zamana tehir etmiş (ertelemiş) olmasındaki, Muhyiddîn geldikten sonra onları rüyada kendisine vererek “Bunları insanlara açıkla.” diye emir buyurmasındaki ve bunun üzerine Muhyiddîn’in de onları tek harfini dahi değiştirmeden insanlara açıklamasındaki (11) sırrı da bilmiyorum.

“Bunları söylerken işin hakikatindeki sırrı inkâr etmek niyetinde değilim. Bunun “daha dehşetli ve daha acı” (Kamer 46) olan inkârdan hiçbir farkı yoktur. Bilakis söylemek istediğim, sahipleri nezdinde malum ise de, benim bu sırrı gerçekten bilmediğimdir.

“Özetle ben, onun kadrinin yüceliğine inanıyor, sair ahvalini ise onun gizli ve açık hallerini bilene (c.c.) havale ediyorum. Münkirlerin yaptığı gibi onun hakkında derine dalmama Allah razı olmaz. Bu, alimlerden sadır olmaması gereken fuzuli bir meşgaledir.”
(12)




Kendisinin Selef akîdesine bağlı olduğunu söyleyen Âlûsî, bu ilmî sohbetin devamında ise dönemin Şeyhülislam’ı Arif Hikmet Efendi’nin, İbn Teymiyye’nin Allah’ın cisim olduğunu ve Arş’ın kadîm olduğunu savunduğuna (13) dair sözlerine; İbn Teymiyye’nin Allah’ın cisim olduğunu düşündüğünün mutlak olarak söylenemeyeceğini, Arş’ın nev’î kıdemi görüşünü ise Celalüddîn ed-Devvânî’den başka kimsenin İbn Teymiyye’den dikkate alınmaya değer tarzda nakletmediğini söyleyerek mukabele eder. (14) Sıkı bir İbn Teymiyye muhibbi olan ve İbn Teymiyye'ye karşı büyük bir hüsn-ü zan besleyen Allâme Âlûsî'nin bu cevabından çıkarılacak sonuç ise, onun bu eserini yazdığı sıralarda İbn Teymiyye’nin Allah’ın cisim olduğu ve Arş’ın nev’an kadim olduğu şeklindeki görüşlerine muttali olmadığıdır. (15) Y
ine de Allâme Âlûsî’nin iki zata karşı da fevrî olmayan mutedil duruşu, konuyla ilgili faydalı bir arka plan sunması açısından değerlidir.

İnşallah devam edecek…



DİPNOTLAR:

(1) Tabakâtu’l-Huffâz, 1/520

(2) Nahl 50

(3) El-Itkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, 2/20

(4) El-Itkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, 2/15

(5) Suyûtî, Tenbîhu'1-Gabî fî Tenzîh-i İbn Arabî’den naklen İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, 9/42

(6) Suyûtî, Tenbîhu'1-Gabî fî Tenzîh-i İbn Arabî’den naklen İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, 9/43


(7) Suyûtî, Et-Tahbîr li İlmi't-Tefsîr'den naklen Ömer Nasuhi Bilmen, Tabâkâtu'l-Müfessirîn, 2/510

(8) Suyûtî, İtmâmu'l-Dirâye'den naklen Ömer Nasuhi Bilmen, Tabâkâtu'l-Müfessirîn, 2/511

(9) Reddü’l-Muhtâr, 9/42-3

(10) http://www.fetvameclisi.com/fetva-ibni-teymiyeye-kin-ve-nefret-beslemem-gunah-mi-hocam-71075.htm
l

(11) Gerçekten Muhyiddin ibn Arabî, Fusûsu’l-Hikem kitabının mukaddimesinde, bir gün rüyasında Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimizi gördüğünü, Peygamber Efendimizin elinde Fusûsu’l-Hikem kitabını tuttuğunu ve kendisine “Bu elimdeki kitap, Fusûsu’l-Hikem kitabıdır. Bunu al ve ne bir kelime eksik, ne de bir kelime fazla olmak üzere insanlara açıkla.” dediğini ve rüyasında gördüğü bu emir üzerine bu kitabı yazdığını söyler.

(12) el-Âlûsî, Ğarâibu’l-İğtirâb, s. 145

(13) Beyânu Telbîsi’l-Cehmiyye, 1/118; Muvâfakatu’Ma’kûl, 1/65,76,142,210,245…; 2/74…; Minhâcü’s-Sünne, 1/83,109,224; Mecmu’u’l-Fetâvâ, XVIII/239; Şerhu Hadîsi’n-Nüzûl, 161…


(14) el-Âlûsî, a.g.e.

(15) Ayrıntılı bilgi için bkz: Makâlâtu’l-Kevserî, İstanbul 2014, 1/179 vd., 3 no’lu makaleye Ebubekir Sifil Hocaefendi tarafından yazılmış 10 no’lu dipnot.