14 Ağustos 2015 Cuma

İbn Arabî ile İbn Teymiyye İhtilafına Yaklaşımlar - 7 (Alimlerden Örnekler - 2)

İMAM CELÂLÜDDÎN ES-SUYÛTÎ ÖRNEĞİ

İslam ilim tarihinde İmam Suyûtî olarak bilinen Ebu’l-Fadl Celâlüddîn Abdurrahmân es-Suyûtî (r.a.), 849 (m. 1445) senesinde Kahire’de doğmuştur. İslamî ilimlerin tamamında otorite haline gelmiş, her mezhep ve meşrepten kitlelerin takdirini kazanmış ve çok geniş çevrelerce 10. asrın müceddidi olarak kabul edilmiştir.

İmam Suyûtî, Tabakâtu’l-Huffâz adlı tabakat kitabında İbn Teymiyye’nin hal tercemesinde: “İbn Teymiyye; şeyh, imam, müctehid, müfessir, şeyhülislam, zahidlerin önderi, Takiyyuddîn Ebu'l-Abbas Ahmed b. Şihâbuddîn … el-Harrânî …” (1) cümlelerinden sonra İbn Teymiyye’nin ilim tahsilinden ve hayat serüveninden kısaca bahseder. Hal tercemesinde övgülerle bahsettiği İbn Teymiyye’nin bazı itikadî görüşlerinde İmam Suyûtî’nin ondan ayrı düşündüğünü de yine kendi eserlerinden görüyoruz. “Fevklerinde olan Rablerinden korkarlar.” (2) ayetindeki “fevk” kelimesinin “yukarıdalık” anlamında bir yön veya istikamet belirtmediğini, yücelik ve üstünlük manasında olduğunu (3) söyleyen İmam Suyûtî, başta Allah’ın Arş’a istivasıyla ilgili ayetler olmak üzere bu tür müteşabih ayetlerle kastedilenin zahirî manaları olmadığını, zahirî manalarından Allah’ı tenzih etmek gerektiğini söyleyerek (4) İbn Teymiyye’den ayrılır. 


Yine İmam Suyûtî, İbn Arabî hakkında ise Tenbîhu'1-Gabî fî Tenzîh-i İbn Arabî adlı bir risale yazmıştır. Bu risalesinde İmam Suyûtî İbn Arabî’den şöyle bahseder:

“Muhyiddin ibn Arabî hakkında alimler iki fırkaya ayrılmış, bir kısmı onun veli olduğuna, bir kısmı ise veli olmadığına inanmıştır. Bence iki fırkanın da razı olmayacağı bir yol vardır: Muhyiddin ibn Arabî’nin veli olduğuna inanılması, fakat kitaplarının okunmasının haram olması.” (5)

Buna göre kendisi de bir mutasavvıf olan İmam Suyûtî, İbn Arabî’nin veli olduğunu kabul etmekte, lakin İbn Arabî’nin kitaplarındaki sahih İslam itikadıyla bağdaşmayan cümlelerden dolayı kitaplarının okunmaması gerektiğini düşünmektedir. Yine İmam Suyûtî, risalesinin başka bir yerinde İzzeddîn ibn Abdüsselâm (r.a.)’dan şu olayı nakleder:

“Fakih, alim İzzüddîn ibn Abdüsselâm, Muhyiddin ibn Arabî’nin aleyhinde konuşur ve onun zındık olduğunu söylerdi. Bir gün arkadaşları kendisine “Bize kutbu göstermeni istiyoruz.” dediler. O da Muhyiddin ibn Arabî’yi gösterdi. Bunun üzerine arkadaşları: “Sen ona hem zındık diyorsun, hem de onun kutup olduğunu söylüyorsun. Bu nasıl olur?” dediler. İzzüddîn ibn Abdüsselâm: “Ben ona zındık diyerek şeriatı koruyorum. Kutup diyerek ise hakikati söylüyorum.” demiştir.” (6)




İmam Suyûtî'nin İbn Arabî hakkındaki söylemleri kimi çevrelerce çelişkili bulunmuştur. Nitekim İbn Arabî hakkında: "Kur'ân-ı Kerîm'i cevher-i lâfzîsinin iktizâ etmediği bir vechile tefsîr etmek tahrîm-i galîz ile haramdır. Kendisine Kitâbu'l-Fusûs nisbet edilen mübtedi' İbn Arabî'nin yaptığı gibi..." (7), "Biz i'tikad ederiz ki, ilmen, amelen, sohbeten Sôfiyye'nin seyyidi bulunan Ebu'l Kasım el-Cüneydî'nin tarîki, kavim bir tarîktir. Çünkü bu, bid'atlerden hâlî, tefvîz ve teslim, nefisten teberrî dâiresinde cârîdir. İbn Arabî ve emsâli gibi mutasavvıfeden bir cemâatın tarîki hilâfına ki, o zendikadır, Kitap ve Sünnet'e münâfîdir." (8) demiştir ki bu sözler, İbn Arabî'yi tebcîl eden diğer söylemleri ile tezat teşkil eder.

İmam Suyûtî’nin, iki zattan da nakledilmiş olan sahih İslam itikadına aykırı görüşleri benimsememek, ama haklarında Allah’tan hayırdan başka bir şey dilememek olarak özetleyebileceğimiz duruşu, zihinlerimize ışık tutan bir kandil mesabesindedir.

FAKİH İBN ÂBİDÎN ÖRNEĞİ

1198 (m. 1784) senesinde doğan meşhur Hanefî fakihi Muhammed Emîn İbn Ömer İbn Âbidîn ed-Dımeşkî, Hz. Hüseyin Efendimizin soyundandır. Hanefî fıkhının son dönem otoritelerinin önde gelenlerinden kabul edilmekle birlikte tüm çevrelerin takdirini kazanan İbn Âbidîn (r.a.), aynı zamanda Nakşibendî tarikatının önde gelenlerinden Şeyh Hâlid-i Bağdâdî (k.s.)’nin müridi olan bir Sûfî olup, Şeyh’in cenaze namazını da bizzat kıldırmıştır. İbn Âbidîn’e ait olan meşhur Reddü’l-Muhtâr ale’d-Dürrü’l-Muhtâr adlı hacimli fıkıh kitabı, yazıldığı günden bugüne Hanefî fıkhının en temel kaynaklarından biri olagelmiştir. 




İbn Âbidîn (r.a.), Reddü’l-Muhtâr’da İbn Arabî’nin hal tercemesinde Ebussuud Efendi’nin İbn Arabî’nin kitaplarındaki aykırı görüşlerin onun kitaplarına sonradan sokuşturulmuş olduğu ve kitaplarının tahrif edilmiş olduğu görüşünü nakleder ve destekler. Bu konuda şunları söyler:

“Şeyh-i Ekber’in kitabında şeriata uymayan sözlerin tahrif ve Şeyh’e iftira olduğu sabit olursa zaten bunların okunmaması vacibdir. İftira olduğu sabit olmazsa herkes bu sözler ile Şeyh-i Ekber’in ya muradını anlayamaz veya muradının hilafını anlar da bu sözleri inkar eder. Bu takdirde de bu sözlerin okunmaması vacibdir. … Bir kitabın Muhyiddin ibn Arabî’ye ait olduğu sabit olunca, o kitaba bir düşman veya bir mülhid veyahut bir zındık tarafından kelimeler sokuşturulmuş olması ihtimali bulunabilir. Bu yüzden o kitapta mevcut olan her kelimenin Şeyh’e ait olduğunun sabit olması veya o kelimleler ile Sûfîler arasında bilinen mananın kastedilmiş olduğunun sabit olması lazımdır. Bunu bilmek ise mümkün değildir.” (9)

Yine kitabının aynı yerinde Muhyiddin ibn Arabî’nin “Bizden olmayanların kitaplarımızı okumaları haramdır.” dediğini, İmam Suyûtî’nin ve İzzeddin ibn Abdüsselâm’ın İbn Arabî hakkındaki mutedil görüşlerini, Ebussuud Efendi’nin ve İbn Kemâl Paşa’nın da Muhyiddin ibn Arabî’yi medheden ifadelerini nakleder. Netice itibariyle İbn Âbidîn, İbn Arabî’nin velayetini teslim etmekte, lakin kitaplarının okunmasını men etmektedir.

İbn Teymiyye hakkında ise İbn Âbidîn, yine aynı eserinde muhtelif bağlamlarda bir alim olarak İbn Teymiyye’nin görüşlerini ve fetvalarını referans olarak alır ve onun Mecmu’u’l-Fetâvâ, es-Sârimu’l-Meslûl gibi kitaplarından alıntılar yapar. İbn Teymiyye’den yer yer şeyhülislam olarak, yer yer hafız olarak bahseder. Yine Nureddin Yıldız hocaefendinin ifadesiyle; “Bir yerde de bir konuyu anlatırken, İbn Teymiyye’nin Hanefîlere ait bir söz söylediğini naklederken, kendisinin üstadlarından o nakli görmediğini ama İbn Teymiyye ‘güvenilir bir kaynak/sebt’ olduğu için bunu ondan naklettiğini söyler.” (10)

İbn Âbidîn de bu ihtilafla ilgili yolumuzu aydınlatan mutedil alimlerden biri konumundadır.


MÜFESSİR ÂLÛSÎ ÖRNEĞİ


1217 (m. 1802) senesinde Bağdat’ta doğan Ebu’s-Senâ Şihâbuddîn Mahmûd el-Âlûsî’nin soyu baba tarafından Hz. Hüseyin Efendimize, anne tarafından ise Hz. Hasan Efendimize dayanmaktadır. Mîlâdî 1851’de Sultan Abdülmecid döneminde meşhur tefsiri Rûhu’l-Ma’ânî’yi bitirmiş ve İstanbul’a bir seyahat gerçekleştirmiştir. Bu seyahatinde devrin uleması ve meşayıhı ile bir araya gelmiş ve ilim meclislerinde bulunmuştur. Daha sonra bu seyahati esnasında yaşadıklarını anlattığı Ğarâibu’l-İğtirâb adlı kitabında, bir mecliste kendisine sorulan “Şeyh-i Ekber Muhyiddîn hakkında ne dersin?” sorusuna verdiği cevabı şöyle anlatır:


“Şeyh-i Ekber Muhyiddin… Şeyh’in ilmen ve amelen kadrinin yüceliğinde şüphe yoktur. Onun müteşabih sözlerinin kendisi ve ona emsal kimseler arasında en güzel mahmiline hamli söz konusu ise de, o sözleri kitaplarında tedvin etme (derleme) gereği hissetmesinin sırrını bilmiyorum. O sözlerin, itikadı ve anlayışı zayıf birçok Müslümanın dalalete düşmesine kuvvetli bir sebep teşkil ettiği açıktır. Bahse konu sözlerin Kur’an ve Sünnet’teki müteşabihlere kıyas edilmesi, anlayış sahiplerinin rıza göstermeyeceği bir tutumdur. Aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, Fusûs’taki şeylerin tebliğini, Kur’an ayetlerini tebliğ zamanından sonraya, hicretten yaklaşık 600 sene sonra Muhyiddîn’in geleceği zamana tehir etmiş (ertelemiş) olmasındaki, Muhyiddîn geldikten sonra onları rüyada kendisine vererek “Bunları insanlara açıkla.” diye emir buyurmasındaki ve bunun üzerine Muhyiddîn’in de onları tek harfini dahi değiştirmeden insanlara açıklamasındaki (11) sırrı da bilmiyorum.

“Bunları söylerken işin hakikatindeki sırrı inkâr etmek niyetinde değilim. Bunun “daha dehşetli ve daha acı” (Kamer 46) olan inkârdan hiçbir farkı yoktur. Bilakis söylemek istediğim, sahipleri nezdinde malum ise de, benim bu sırrı gerçekten bilmediğimdir.

“Özetle ben, onun kadrinin yüceliğine inanıyor, sair ahvalini ise onun gizli ve açık hallerini bilene (c.c.) havale ediyorum. Münkirlerin yaptığı gibi onun hakkında derine dalmama Allah razı olmaz. Bu, alimlerden sadır olmaması gereken fuzuli bir meşgaledir.”
(12)




Kendisinin Selef akîdesine bağlı olduğunu söyleyen Âlûsî, bu ilmî sohbetin devamında ise dönemin Şeyhülislam’ı Arif Hikmet Efendi’nin, İbn Teymiyye’nin Allah’ın cisim olduğunu ve Arş’ın kadîm olduğunu savunduğuna (13) dair sözlerine; İbn Teymiyye’nin Allah’ın cisim olduğunu düşündüğünün mutlak olarak söylenemeyeceğini, Arş’ın nev’î kıdemi görüşünü ise Celalüddîn ed-Devvânî’den başka kimsenin İbn Teymiyye’den dikkate alınmaya değer tarzda nakletmediğini söyleyerek mukabele eder. (14) Sıkı bir İbn Teymiyye muhibbi olan ve İbn Teymiyye'ye karşı büyük bir hüsn-ü zan besleyen Allâme Âlûsî'nin bu cevabından çıkarılacak sonuç ise, onun bu eserini yazdığı sıralarda İbn Teymiyye’nin Allah’ın cisim olduğu ve Arş’ın nev’an kadim olduğu şeklindeki görüşlerine muttali olmadığıdır. (15) Y
ine de Allâme Âlûsî’nin iki zata karşı da fevrî olmayan mutedil duruşu, konuyla ilgili faydalı bir arka plan sunması açısından değerlidir.

İnşallah devam edecek…



DİPNOTLAR:

(1) Tabakâtu’l-Huffâz, 1/520

(2) Nahl 50

(3) El-Itkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, 2/20

(4) El-Itkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, 2/15

(5) Suyûtî, Tenbîhu'1-Gabî fî Tenzîh-i İbn Arabî’den naklen İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, 9/42

(6) Suyûtî, Tenbîhu'1-Gabî fî Tenzîh-i İbn Arabî’den naklen İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, 9/43


(7) Suyûtî, Et-Tahbîr li İlmi't-Tefsîr'den naklen Ömer Nasuhi Bilmen, Tabâkâtu'l-Müfessirîn, 2/510

(8) Suyûtî, İtmâmu'l-Dirâye'den naklen Ömer Nasuhi Bilmen, Tabâkâtu'l-Müfessirîn, 2/511

(9) Reddü’l-Muhtâr, 9/42-3

(10) http://www.fetvameclisi.com/fetva-ibni-teymiyeye-kin-ve-nefret-beslemem-gunah-mi-hocam-71075.htm
l

(11) Gerçekten Muhyiddin ibn Arabî, Fusûsu’l-Hikem kitabının mukaddimesinde, bir gün rüyasında Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimizi gördüğünü, Peygamber Efendimizin elinde Fusûsu’l-Hikem kitabını tuttuğunu ve kendisine “Bu elimdeki kitap, Fusûsu’l-Hikem kitabıdır. Bunu al ve ne bir kelime eksik, ne de bir kelime fazla olmak üzere insanlara açıkla.” dediğini ve rüyasında gördüğü bu emir üzerine bu kitabı yazdığını söyler.

(12) el-Âlûsî, Ğarâibu’l-İğtirâb, s. 145

(13) Beyânu Telbîsi’l-Cehmiyye, 1/118; Muvâfakatu’Ma’kûl, 1/65,76,142,210,245…; 2/74…; Minhâcü’s-Sünne, 1/83,109,224; Mecmu’u’l-Fetâvâ, XVIII/239; Şerhu Hadîsi’n-Nüzûl, 161…


(14) el-Âlûsî, a.g.e.

(15) Ayrıntılı bilgi için bkz: Makâlâtu’l-Kevserî, İstanbul 2014, 1/179 vd., 3 no’lu makaleye Ebubekir Sifil Hocaefendi tarafından yazılmış 10 no’lu dipnot.

İbn Arabî ile İbn Teymiyye İhtilafına Yaklaşımlar - 6 (Alimlerden Örnekler - 1)

Ümmet-i Muhammed’in enerjisini soğuran ve sömüren en büyük ihtilaflardan biri, belki de birincisi olan bu meseleyle alakalı tarih boyunca birçok mezhepten ve meşrepten alimler konuşmuş ve imâl-i fikr etmiştir. Yazı dizimizin temel hedefi olmak üzere bu ihtilafta selametli bir sonuca ulaşmak için ümmetin mutedil alimlerinden örnekler zikretmeyi uygun gördüm. Zikredeceğim alimlerden bir kısmının, ihtilafın iki tarafını da eleştiren, bir kısmının ise iki tarafı da medheden zatlar olması dolayısıyla konuyla ilgili bize sağlıklı bir arka plan sunmasını Allah Teâlâ’dan niyaz ederim.

İBNÜ’L-CEVZÎ ÖRNEĞİ

Tam ismi Ebu’l-Ferec Abdurrahmân İbnü’l-Cevzî’dir. 510 (m. 1116) senesinde Bağdat’ta doğmuş olan İbnü’l-Cevzî (r.a.), tıpkı İbn Teymiyye gibi bir Hanbelî muhaddis ve fakihtir. 510 senesinde doğmuş olması hasebiyle İbn Arabî’den ve İbn Teymiyye’den daha önce yaşamıştır. Bizim onu zikretme sebebimiz ise aynı anda hem ehl-i hadise, hem tasavvufa, hem de selef-i sâlihîn çizgisine bağlılığıyla bilinen bir Hanbelî alim olmasından dolayı mutedil bir duruşun örneğini onun şahsında gözlemleme arzumuzdur.

İbnü’l-Cevzî (r.a.), kendisini erken dönem zühd ehlinden saymamız için önümüzde hiçbir engel olmayan bir zâhid ve âbiddir. Bununla birlikte Telbîsü İblîs adlı eserinde tekkeleşme dönemiyle birlikte Müslümanların yaşantısına girmiş ve sonradan ihdas edilmiş birtakım tasavvuf uygulamalarına itiraz eder. (1) İnsanlar arasında yaygın bir üne kavuşmuş olan tasavvuf kitaplarından Ebû Tâlib el-Mekkî’nin Kûtu’l-Kulûb kitabında, Ebû Nuaym’ın Hılyetü’l-Evliyâ kitabında ve bilhassa İmam Gazzâlî’nin meşhur İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn kitabında birtakım yanlışlıklar ve amel edilmesi uygun olmayan zayıf hatta mevzu rivayetler olduğunu söyler. Bu yüzden İbnü’l-Cevzî, ağır tasavvufî muhtevaları hâiz olan İmam Gazzâlî’nin İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn kitabındaki yanlışları göstermek amacıyla İ’lâmü’l-Ahyâ bi Aglâti’l-İhyâ adlı kitabını yazmıştır. Daha sonra İmam Gazzâlî’nin İhyâ kitabına rağbetin giderek arttığını görünce, bu kitaptaki zayıf veya uydurma olduğuna kanaat getirdiği rivayetler ile zararlı olduğunu düşündüğü kısımları çıkararak İhyâ kitabını ihtisar etmiştir (özetlemiştir). Bu ihtisar da Minhâcü’l-Kâsıdîn ve Müfîdü’s-Sâdıkîn ismiyle neşredilmiştir. Bu çalışmasını kendisi şöyle anlatır:

“Ey ilim talebesi! Yalnızken hangi kitapla yoldaş olduğuna ve suskun olduğunda hangi kitabı okuduğuna baktım ve İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn kitabını tercih ettiğini gördüm. Sen de bu kitabın kendi cinsleri arasında tek ve çok değerli olduğunu biliyorsun. Lâkin sana dedim ki ilim amelin temeli ve kaynağıdır. Dayanağın sağlam ve güvenilir olmalıdır. İhyâ kitabında alimlerden başkasının fark edemeyeceği afetler vardır. Bu afetlerden en hafifi, zayıf ve uydurma hadislerdir. Müellif (yani İmam Gazzâlî) bu hadisleri, (yararlandığı kaynaklardan) gördüğü gibi nakletmiştir, bunları kendisi uydurmuş değildir. Senin, Rasûlullah (sav)’den nakledilmiş ama içinde ona ait tek bir kelime bile bulunmayan şeyleri okumakla günlerini ve gecelerini geçirmene nasıl razı olurum?” (2)

İbnü’l-Cevzî’nin İhyâ’ya yaptığı bu ihtisar çalışması, tasavvufun şeriat çizgisine bağlı kalındığı düzeyde kabul edilebileceğini ve tüm İslamî disiplinlerin olduğu gibi tasavvufun da temelinin şeriat olması gerektiğini gözler önüne sererek sahih bir tasavvuf anlayışını telkin etmesi açısından son derece değerlidir.

Tasavvufu şeriat raylarına oturtmak için yoğun 
mesai harcayan İbnü’l-Cevzî, aynı zamanda Hanbelî mezhebinin içinde yuvalanmış olan müşebbihî/mücessimî (Allah’ı mahluklara benzetme/Allah’a cisimlik isnad etme) akîdeye karşı da ciddi bir mukavemet göstermiştir. (Bilindiği gibi İbn Teymiyye’nin de eleştiri oklarının hedefi haline gelmesine sebep olan iddiaların en haşmetlisi, teşbih/tecsim görüşlerini benimsemesi iddialarıdır.) Hanbelî mezhebinde bir kanser gibi yayılan bu görüşler, İbnü’l-Cevzî’yi, Def’u Şübehü’t-Teşbih adlı eserini yazmaya iten temel sebeptir. Bu eserinde kendisi şöyle der:

“Bu sâlih selef aliminin (yani İmam Ahmed b. Hanbel’in) mezhebinde olmayan şeyleri mezhebine soktunuz. Mezhebine öyle ayıp ve çirkin şeyler giydirdiniz ki artık herhangi bir Hanbelî, kim olursa olsun sizin yüzünüzden müşebbihî/mücessimî sanılmaktadır. Kim Allah Teâlâ Arş’a mukaddes zatıyla istiva etmiştir derse, O’nun duyularla idrak edilebileceğini (yani cisim olduğunu) söylemiş olur. Bununla beraber kendileri güya Allah’ı cisimlere ve mahlukata benzetmekten yahut benzetmeyi Allah’a izafe etmekten kaçınıyorlar. Bir kısım cahiller de onların bu itikadlarına uymuşlardır. … Bu görüşlerin İmam Ahmed’e isnad edilmemesi için onların reddedilmesi lazım geldiği kanaatindeyim. Sükut edip de reddetmezsem, benim de bu görüşlere inandığımı söyleyecekler. Gerçekten İmam Ahmed’in mezhebi o hurafelerden münezzehtir. Ben de İmam Ahmed’den rivayet edilen bu uydurma nakillerin ve aklî hezeyanların asılsız olduğunu ispat ettim.” (3)

Hayretle takdir edilmesi gereken bir dirayet örneği gösteren İbnü’l-Cevzî (r.a.)’nin bu mutedil duruşu, örnek alınması gereken bir tutumdur şüphesiz…

HAFIZ ZEHEBÎ ÖRNEĞİ

673 (m. 1274) senesinde Şam’da doğmuş hadis, tarih ve kıraat alimi olan Zehebî, hadis ve rical ilimlerinde daima adından söz ettiren sarsılmaz bir otoritedir. Bilhassa Siyeru A’lâmi’n-Nubelâ, Târihu’l-İslâm, Mîzânu’l-İ’tidâl gibi eserleri, İslam ümmetinin ve ilim erbabının her zaman başvurduğu başucu kitaplarındandır. Aynı zamanda Zehebî, İbn Teymiyye ile çok yakın ilişkiler kurmuştur. Bir yandan çok yakın birer dost, diğer yandan da hoca-talebe ilişkisi içerisinde İbn Teymiyye’den son derece etkilenmiştir. (4) Amelde Şafiî olmasına rağmen itikadda İbn Teymiyye’den etkilendiği iddia edilmiş ve bu yüzden Dârü’l-hadîsi’l-Eşrefiyye şeyhliğine getirilmesi gündemde iken Eş’ârî olmadığı gerekçe gösterilerek bazı Şafiîler tarafından bu göreve gelmesi engellenmiştir. (5)

Hafız Zehebî, İbn Teymiyye ile çok yakın ilişkileri olmasına rağmen yer yer İbn Teymiyye’yi eleştirmekten de imtina etmemiştir. Bununla ilgili, İbn Teymiyye’ye yönelik nasihatler ve eleştiriler ihtiva eden en-Nasîhatü’z-Zehebiyye li’bn Teymiyye adlı bir risale de kaleme almıştır. Bu risalesinde İbn Teymiyye'ye şu cümlelerle hitap eder:


"Be adam, kendi gözündeki merteği unutarak din kardeşinin gözündeki çepeli görmeye ne zamana kadar devam edeceksin? Ne zamana kadar kendini, fesahatini ve sözlerini övecek; ulemayı zemmedecek ve başkalarının kusurlarını araştıracaksın? Halbuki Rasulullah (s.a.v.)'in bunu yasak ettiğini biliyorsun. "Ölülerinizi hayırdan başka bir şeyle anmayın; çünkü onlar gönderdikleri şeye varmışlardır." buyurmuştur. Haccac'ın kılıcı (6) ile İbn Hazm'ın dili (7) kardeştirler. Sen her ikisi ile de kardeş oldun! (8)

"Ey Müslüman, kendini medh için edindiğin şehvet eşeğini bana doğru çevir! Onu daha ne kadar tasdik edecek ve iyilere düşmanlıkta, tahkirde bulunacaksın? Onu ne zamana kadar ta'zîm edecek; kulları küçülteceksin? Ne zamana kadar onunla dost olacak zâhidlere buğz edeceksin? Kendi sözünü ne zamana kadar medh edeceksin? Öyle ki Sahîhayn'ın (Sahîh-i Buhârî ve Sahîh-i Müslim) hadislerini bile vallâhi öyle medh etmiyorsun. Senin için daha dönme zamanı gelmedi mi? Tevbe ile rücû' zamanı gelmedi mi? Bak artık yetmişlik ondalığındasın. Yolculuk yaklaşmıştır... Hayır vallâhi, sanmıyorum ki, sen ölümü hatırlayasın. Belki ölümü hatırlayanı tahkîr edersin. Zannetmem ki, benim sözümü kabul edersin; va'zıma kulak asasın. Bilakis bu kağıt parçasına cevaben ciltlerle kitap yazıp bozmağa ve benim için söz yollarını kesmeğe senin büyük azmin vardır. Ben sana kat'î olarak sustum deyinceye kadar sen hep üstün gelmeye çalışacaksın. Bana karşı halin bu olunca -ki, ben senin şefkatli ve sevgili dostunum- düşmanların nazarında halin nice olur? ..." (9)

Şeyh Muhammed Ebû Zehra, Zehebî’nin İbn Teymiyye’ye yönelik eleştirilerini kendisinden şöyle nakleder:

“İbn Teymiyye ile düşüp kalkan ve onu sevenler, beni ona karşı hürmetsizlikle itham ederler. İbn Teymiyye’ye muhalefet eden ve onu sevmeyenler de beni, onu iyi birisi olarak görmekle itham ederler. Ben, onun hem dostları hem de muhalifleri tarafından eziyet gördüm. Halbuki ben, İbn Teymiyye’nin masum olduğuna inanmıyorum. Bir kısım aslî ve fer’î (akaid ve fıkıhla alakalı) meselelerde ona muhalifim. Çünkü ilminin genişliği, cesaretinin bolluğu, zihninin açıklığı ve dinin emirlerine saygılı oluşuna rağmen, o da bir beşerdir. Münakaşalarında hiddetli, öfkeli ve hasımlarına çok şiddetli davranışı sebebiyle gönüllerde kendisine karşı düşmanlık meydana getirmektedir. Eğer böyle olmasaydı insanları birleştirirdi; büyükler onun ilmine boyun eğer, sahili bulunmayan bir deniz ve eşsiz bir hazine olduğunu kabul ederlerdi. Fakat onlar, buna muhalefet etmişler ve hareketlerini kınamışlardır. Herkesin bir kısım görüşü benimsenir, bir kısım görüşü de reddedilir.” (10)

Kendisiyle samimi hukukuna rağmen İbn Teymiyye’yi eleştirmekten çekinmeyen Hafız Zehebî, İbn Arabî hakkında ise, bazı kesimlerin İbn Arabî hakkındaki olumlu ve olumusuz duruşlarını belirttikten sonra şunları söylemektedir:

“Benim onun hakkındaki kanaatime gelince… Ölüm esnasında Hakkın kendisine doğru cezbeylediği Allah’ın velilerinden olması ve nihayette ona hüsn-ü hatimeyi nasip etmiş olması mümkündür. Söylediği sözlere gelince, onun vahdet-i vücûdcu kurallarına göre sözlerini anlayıp bilen ve söz birliği ettikleri noktanın o olduğunu kavrayıp bu kanaati savunanların ibarelerini yan yana koyan bir kimse, söylediklerinin aksinin hak olduğunu açıkça görür. Aynı şekilde İbn Arabî’nin el-Fusûsü’l-Hikem adlı eserini dikkatle inceleyen yahut da iyiden iyiye üzerinde düşünen bir kimse hayrete düşer. Zeki bir kişi, bu sözleri ve birkaç anlama gelme ihtimali olan bu ibareleri iyice düşündüğü takdirde, şu iki konumdan birisinde olacaktır: Ya o da bâtında vahdet-i vücûdu kabul eden birisidir yahut bu görüşü kabul edenlerin görüşlerini küfrün en ileri derecesi olarak sayan, Allah’a iman eden mü’minlerden birisidir. Allah’tan affedilmeyi ve imanı kalplerimize yazmasını, dünya hayatında da ahirette de bizi o sapasağlam söz ile sebatlandırmasını dileriz. Allah’a yemin ederim ki Müslümanın ineklerini güden işinde gücünde bir cahil olarak, namazlarını kılacak kadar Kur’an’dan birkaç sure dışında ilim namına hiçbir şey bilmeden ve Allah’a ve ahiret gününe iman ederek yaşaması, irfan ve hakikat denen bu tür şeylerden çok çok daha hayırlıdır.” (11)

Hafız Zehebî’nin bu ifadeleri, İbn Teymiyye’nin de İbn Arabî’nin de eleştirilmesi gereken görüşleri olduğunu, İbn Teymiyye'nin münakaşalarında aşırı hırslı ve sert bir üslupla hareket ederek insanları kendisinden uzaklaştırdığını, İbn Arabî’nin Fusûs’undaki bazı ibarelerin ise küfür olarak bile nitelenebileceğini, lakin ikisinin de insan olmak dolayısıyla hata yapabilmek zorunda olduklarını unutmamak gerektiğini bizlere göstermektedir. İbn Arabî’nin ölmeden önce hidayete kavuşmuş ve söz konusu görüşlerinden vazgeçmiş olmasının mümkün olduğunu söylemesi de bizlere yol gösterir niteliktedir.

İnşallah devam edecek…



DİPNOTLAR:

(1) TDV İslam Ansiklopedisi, 20/543-44

(2) İbnü’l-Cevzî, Minhâcü’l-Kâsıdîn mukaddimesi

(3) İbnü’l-Cevzî, Def’u Şübehü’t-Teşbih, 28-9

(4) TDV İslam Ansiklopedisi, 44/181

(5) Sübkî, Tabakâtü’ş-Şâfiiyye, 6/170-71


(6) Haccâc b. Yûsuf es-Sekafî, 41-95 (m. 661-714) yılları arasında yaşamış, Emevî hilâfeti döneminde devlet yönetiminde söz sahibi olmuş Emevî vâlisi. İslam tarihinde muhtelif coğrafyalarda yaptığı zulüm ve zorbalıklardan dolayı "Haccâc-ı Zâlim" olarak anılagelmiştir. Hâl tercemesi için bkz: Zehebî, Siyaru A'lâmi'n-Nubelâ, 4/343; İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 8/329 vd.

(7) İbn Hazm el-Endelüsî, 384-456 (m. 994-1064) yılları arasında yaşamış olan, Dâvûd ez-Zâhirî'nin kurucusu olduğu Zâhirî mezhebinin müdevvini ve en büyük temsilcisi, fakih, muhaddis, usul ve tarih alimi. Zâhirî mezhebinin genel esasları itibariyle İbn Hazm, İslam'ın ahkam boyutunu mevcut ayet, hadis ve icma'larla sınırlandırmış ve kıyasla yeni ictihadlar ve açılımlar yapma metodunu reddetmiştir. Bunun yerine nasslardan istidlal yoluyla hüküm çıkarma metodunu kullanmıştır. Usûl ve füru'a dair görüşlerini de el-Muhallâ, el-Fasl, el-İhkâm gibi eserlerinde toplamıştır. İbn Hazm, aynı zamanda kendisinden daha sonra yaşamış olan İbn Teymiyye'yi de etkilemiştir. İbn Hazm'ın da bir ilim adamı olarak zaman zaman sert olduğu söylenmiştir. Hâl tercemesi için bkz: Siyeru A'lâmi'n-Nubelâ, 18/184 vd.; Tezkiretü'l-Huffâz, 3/1129 vd.; İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 12/91 vd.

(8) Hâfız Zehebî, İbn Teymiyye'nin sert mizaçlı, münakaşalarında acımasız, hırslı ve katı üsluplu olmasından dolayı Haccâc b. Yûsuf ve İbn Hazm'dan telmih yapmaktadır.

(9) Zehebî, en-Nasîhatü'z-Zehebiyye li'bn Teymiyye'den naklen Ahmed Davudoğlu, Dini Tamir Dâvasında Din Tahripçileri, 46 vd.

(10) Ebû Zehra, Mezhebeler Tarihi, 702-3

(11) Mîzânü’l-İ’tidâl, 3/659-60; Siyeru A’lâmi’n-Nubelâ, 23/48-9