7 Temmuz 2015 Salı

İbn Arabî ile İbn Teymiyye İhtilafına Yaklaşımlar - 3 (Vahdet-i Vücûd Nazariyesi)

Tasavvuf tarihinde, belki de İslam tarihinde, en çok tartışılmış ve gündem oluşturmuş meselelerden biri: Vahdet-i vücûd.

Muhyiddin ibn Arabî’ye atfedilen bu nazariyenin, tek seferde okunarak anlaşılabilecek yalın bir tarifi hâlâ yapılabilmiş değildir. Kelime anlamı “varlığın birliği”dir. Muhyiddin ibn Arabî’nin “vahdet-i vücûd” tabirini kullanmadığı sanılmakla birlikte, ilk kez kullananların, Muhyiddin ibn Arabî’nin görüşlerini nakil ve şerh eden talebe ve şârihleri olduğu sanılmakta. (1) Muhyiddin ibn Arabî’nin kullandığı “ehle’l-keşf ve’l-vücûd” tabirinin de bu bağlamda kullanıldığı tahmin edilir. (2)

Hicrî 7-10. asırlarda vahdet-i vücûd nazariyesi; çok geniş coğrafyalarda yayılma imkanı bulmuş. Özellikle Hindistan’da, Ortadoğu’da ve Arap yarımadasında yayılıp ilerlemiş. Tarikatların ve tekkelerin büyük çoğunluğunu etkilemiş. O dönemde yaşamış bazı zâhir ehli ulemanın nazarında İslam dünyasını ifsâd etmiş, birçok insanın dalaletine ve sapmasına yol açmış. Bu yüzden de şiddetli tenkitlere maruz kalmış. Tâ ki 11. yüzyılın başında İmam-ı Rabbânî (k.s.) vahdet-i vücûd nazariyesini tarihe gömerek vahdet-i şuhûd nazariyesini yerleştirene kadar…

Vahdet-i vücûd, bir varlık teorisidir. Buna göre varlık tektir, parçalanma kabul etmez. Tek olan varlık da Vâcibu'l-vücûd olan Cenâb-ı Hakk'ın varlığıdır. Cenâb-ı Hakk'ın dışında bir varlık hakikatte yoktur. Muhyiddin ibn Arabî, vahdet-i vücûdu şöyle anlatır: “Varlık birdir, o da Hakk’ın varlığıdır.” (3) Bizim müşahade edebildiğimiz bu alem ise, mutlak varlığın (yani Hakk’ın varlığının), sonsuz mertebelerde zuhuru, tecellisi, tenezzülüdür. Buna göre alem ile yaratıcı arasında bir ayniyet ilişkisi vardır.

Ebu’l-Hasen en-Nedvî merhum, vahdet-i vücûd görüşünün açıklayıcısı, aktarıcısı, İbn Arabî’nin eserlerinin dalgıcı ve derinliklerini tanıyan biri olarak nitelendirdiği Allâme Abdülalî’nin vahdet-i vücûd görüşü hakkında şunları söylediğini nakleder:

“Allah Teâlâ’dan başka var olan her şey şuûnât ve teayyünât alemidir. Şuûnat ve teayyünâtın hepsi de Allah’ın görüntüleridir. O, onlar içine tecelli etmekte ve onların içine sirayet etmiş, girmiş bulunmaktadır. Onun sirayet edişi, hulûlcülerin inandığı gibi bir sirayet değildir. …

“Allah Teâlâ’nın ismi herhangi bir görüntü olmadan tecelli etmez. O mübarek isim, ister tenzihi olsun ister teşbihi olsun. İsimler görüntülere bağlı olduğundan ve görüntüler olmadan da onun yüceliği kavranamadığından, bütün kaynaklar onun görüntüleri olsun, onun adlarının yüceliği de tam olarak ortaya çıksın diye Allah Teâlâ kainatın kaynaklarını var etmiştir. …

“Kim, ‘Bir Allah vardır, bir de Allah’tan başka, olması ile olmaması eşit olan yaratıklar alemi vardır.’ diye iki ayrı varlığa inanırsa bu şirk koşmaktır ve onun bu şirki, şirk-i hafidir (gizli şirktir). Kim ki bir tek varlığa inanır ve ‘Sadece Allah’ın varlığı vardır, ondan başka ne varsa Allah’ın görüntüleridir, görüntülerin çokluğu ise onun birliğine aykırı değildir.’ diye inanırsa, işte o kişi birleyici (muvahhid)dir.

“Sen Hakk’ın aynı değilsin. Çünkü Hakk Teâlâ mutlak varlıktır. Sen ise onun varlığıyla şartlı ve belirlenmiş varlıksın. Belirlenmiş bir varlık da hiçbir şekilde mutlak varlığın aynısı olamaz. Evet şu var ki, sen kendi varlığınla hakkın kendisisin. Hakk Teâlâ sende belirlenmiştir. Sen Allah’ı yerleştiği yerde tecelli ediyor görürsün.”
(4)

Görüldüğü üzere vahdet-i vücûd nazariyesini en yalın anlatımlardan dahi anlamak oldukça güçtür. İmam Rabbânî vahdet-i vücûdu (ya da tevhîd-i vücûdî) şöyle anlatır:

“Tevhîd-i vücûdîde mutlaka ayniyete kail olmak vardır. Tıpkı Şeyh Muhyiddin b. Arabî ve ona tabi olanların dediği gibi... Ayniyete kail olmak, maazallah, bu alemin, yaratıcısı ile birleşik olduğu manasına değildir. Elbette şu manayadır: Bu alem yoktur, var olan sadece Yüce Mukaddes Vacibu’l-vücûd’dur.” (5)


Kısaca şöyle özetleyebiliriz: Vahdet-i vücûda göre; var olan sadece Allah’tır. Allah’tan başka hiçbir şey hakikatta ve hariçte yoktur. İnsanın müşahade edebildiği/algılayabildiği bu alem ise vahid olan Zât’ın tecelli ve zuhur mertebeleridir, yani bir nev'î O'nun ayna görüntüleri mesabesindedir ve görüntülerin hariçte bir varlığı yoktur. Bu ise, Allah’ın diğer varlıklarla birleşmesi, özdeşleşmesi anlamına gelen hulûl kabilinden olmayıp, diğer varlıkların aslında yokluğu ve mutlak varlık olan Zât'ın ayna görüntülerinden ibaret olması kabilindendir.

İmam-ı Rabbânî (k.s.) bir mektubunda konuyla ilgili şunları söyler:

“Onlar, vahdet-i vücûdculuğa inanmaktadırlar. Hariçte sadece tek bir varlığın olduğunu düşünmektedirler. O da Hakk’ın Zât’ıdır. Kainatın hariçte kesinlikle hiçbir varlığı yoktur, Hakk’ın Zât’ının dışında olan şeyler (=a’yân-ı sâbite) var olmanın kokusunu bile almamıştır, demektedirler.” (6)

Vahdet-i vücûd (ya da tevhîd-i vücûdî) nazariyesinin yanlışlığını İmam-ı Rabbânî (k.s.) şöyle açıklar:

“Yüce Mukaddes Zât’ın gayrını (Allah’tan başka diğer varlıkları) nefyeden (yok sayan) tevhîd-i vücûdî, akla ve şeriâta aykırıdır.” (7)

“Sofiyye, Yüce Hakk’tan ayrı olan varlığı, ayrı oluşuyla birlikte kabul etmedikçe şirkten kurtulamazlar. Mâsivâ (yani yaratılmışların tümü), Yüce Hakk’ın zatından ayrı şeylerdir. Onlar anlasa da anlamasa da durum budur.” (8)

Yine İmam-ı Rabbânî, Bahaüddin Şah-ı Nakşibend (k.s.) hazretlerinden şöyle nakleder:

“Hace Bahaeddin Nakşibend hazretleri şöyle anlattı: Her ne ki müşahade edilir (algılanır), işitilir, bilinir; o şey Yüce Hakk’tan ayrıdır. Hakikatta, bu düşüncenin (vahdet-i vücûdun) tek bir kelime ile reddedilmesi gerekir: LÂ…” (9)

Vahdet-i vücûd nazariyesine şiddetli tenkitler yöneltenler, genellikle bu düşünceyi dışarıdan müşahade eden zâhir ehli alimler olmuştur. Onlardan bazıları: Hâfız İbn Hacer Askalânî, Allâme Sehâvî, Ebû Hayyân, Şeyhülislam İzzeddîn ibn Abdisselâm, Ebû Zür’a, Siraceddin el-Bülkinî, Molla Aliyyü’l-Kârî, Allâme Saadüddin Taftazânî, ilh... Aynı şekilde vahdet-i vücûd nazariyesi, Alâüddevle-i Simnânî, Abdülkerîm el-Cîlî gibi tasavvuf ehli zatlar tarafından da şiddetli eleştirilere maruz kalmıştır. Hatta Şeyh Abdullah b. Ebubekir el-Hadramî, Abdullah Sirâceddin gibi mutasavvıfların, kendi çocuklarına İbn Arabî'nin kitaplarını okumayı yasakladığı, elimizdeki bilgilerdendir. 


Bizim daha çok İmam-ı Rabbânî hazretlerinin eleştirilerinden alıntı yapmaktaki maksadımız, onun da bizzat tasavvufun içinden ve zirvesinden yöneltilen eleştirilerini müşahade ederek İslâm’ın temel umdelerini rencide etmeden vahdet-i vücûda karşı doğru bir duruş sergileyebilmek. Çünkü İmam-ı Rabbânî, vahdet-i vücûdu reddederken, diğer zâhir ehli ulema gibi dinî ve şer'î saiklerle hareket ederken, öte yandan işin tasavvufî ve seyr-i sülûk açısından yaklaştığı vechesiyle de vahdet-i vücûd görüşünün yanlış olduğunu savunur.

Bir sonraki yazıda, vahdet-i vücûd nazariyesine ve İbn Arabî’ye karşı İbn Teymiyye’nin ve İmam-ı Rabbânî’nin tutumlarını mukayese edeceğiz inşallah…



Dipnotlar:

(1) TDV İslâm Ansiklopedisi, 42/431

(2) Fütûhâtü’l-Mekkiyye, 1/99,320,347

(3) TDV İslâm Ansiklopedisi, aynı yer.

(4) Allâme Abdülalî, Vahdet-i Vücûd Risalesi, s. 29-56’dan naklen Ebu’l-Hasen en-Nedvî, İmam-ı Rabbânî, s. 291 vd.

(5) 272. Mektup

(6) 160. Mektup

(7) 43. Mektup

(8) 272. Mektup

(9) 31. Mektup

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder