22 Aralık 2014 Pazartesi

Rafah Sınır Kapısı

         Gazze'nin son savaşından sonra Arap ve İslam dünyasında,"Gazze ablukası artık kalkacak ve Gazze özgür olacak" diye söylentiler ortaya atılmaya başlandı; fakat Gazze'nin şu an içinde bulunduğu durum, eski durumundan daha zor olduğunu ve ablukanın daha sıkı ve zalimce olduğunu gösteriyor.

Yıllardır Gazze'de elektrikler, ilaç malzemeleri ve gıda malzemeleri eksik... Bu yazımda bunlardan bahsetmek istemiyorum, sadece bir noktaya değineceğim: Herkesin duyduğu ama orada tam olarak nelerin yaşandığını ve geçekten nasıl bir insani durum olduğunu bilmediği ''Rafah Sınır Kapısından'' bahsetmek istiyorum. Türkiye'ye geldiğim zaman, oradan geçmek zorunda kaldığım sınır kapısı... Bir zamanlar İsrail ve Mısır tarafından kontrol altındaydı ama 2005'ten sonra İsrail'in Gazze'den çekilmesi ile Filistin ve Mısır kontrolü altında olmaya başladı ve gerçek Rafah sınır kapısı sorunları o zamanlardan sonra olmaya başladı. Sürekli kapalı olan kapı nadiren açılır, açıldığı zaman da belli yolcu sayısı ve yaş sınırlaması olur ve çoğu zaman çoğu Filistinli'nin –Gazzeli– o kapıdan girişine izin verilmiyor. Herhangi bir gerekçe gösterilmeden çok basit bir şekilde ''senin geçmen yasaklandı'' deniyor ve o Gazzeli artık hayallerinden vazgeçmek zorunda kalıyor.

Sınır kapısından geçebilmek için aylar önce adını ''Geçmek isteyenler'' listesine yazdırman gerek. Artık zulüm macerası başlamıştır. Adını yazdırdıktan birkaç ay sonra –şanslı isen- adın yolcular arasına geçer ve bu maceranın ilk adımını atlamışsın demektir. Ve artık her gün sınır kapısına geçersin çünkü her an açılabilir düşüncesi ile gider insanlar; ama hiçbir şekilde açılmaz. Binlerce insan kapıda bekler. Bazen soğukta bazen sıcakta... Bu insanlar arasında yaşlılar, hastalar, yaralılar, kadınlar ve çocuklar oluyor. Bekleme alanı çok küçük ve dar olduğu için insanlar neredeyse üstüste çıkıyorlar, zor durumda olan hastalar da beklemek zorunda kaldıkları için çoğu zaman hayatını kaybediyorlar.

Maceranın ikinci adımı ise sınırdan geçtikten sonra başlıyor. Çoğu Gazzeli sınırı Kahire'deki havaalanını kullanmak için geçer –Gazze'deki havaalanı yıkıldığı için Mısır'dakini kullanmak zorundayız- Mısırlılar da havaalanına gitmek isteyen Gazzelileri sınır kapısında –Mısır tarafında- bekletirler. Belli bir sayı olana kadar –genelde 50 kişi– bir otobüsün içine bindirilip birkaç askerle direkt havaalanına gönderilirler. Bu yolculuk da ayrı bir işkence yolculuğudur. Aslında otobüs o kadar eskidir ki her an durabilir durumda ve askerler de kimsenin otobüsten inmesine izin vermiyor. Eğer bir ihtiyaç olursa, 7 saatlik yolculukta sadece bir kez duruyor otobüs ve anlaşmalı oldukları bir yerde duruluyor. Yemekler berbat olmasına rağmen, yemekleri dört beş kat fiyatı ile satıyorlar ve biz almak zorunda kalıyoruz; çünkü otobüs başka yerde durmuyor. Havaalanına vardıktan sonra askerler bütün yolcuları toplayıp ''transit odası'' dediğimiz bir yerde toplar ve orada başka bir işkence başlar...

En fazla 20 kişiyi alabilen odanın içinde en az 300 kişi kalıyor bunların içinde kadın yaralı hasta yaşlı ve çocuklar da bulunuyor. Odadan kimsenin çıkmasına izin vermiyorlar, askerler kapıda nöbet tutar ve yemek almak isteyen olursa askere para verir. Asker yemeği almaya gider ve aynı şekilde kötü yemekleri pahalı satarlar. Askere de para vermek zorundasınız yoksa almaya gitmez. Odada en az 4 gün beklenir. Bazen aylar sürebiliyor... Her gün en fazla 5 kişinin istediği yere gitmesine izin veriyorlar. Türkiye'ye gelirken o odada beş gün kalmıştım. Aslında şanslı biri sayılabilirim.

Son zamanlarda Mısır ve Türkiye arasındaki siyasi sorunlardan ve Türkiye'nin Gazze'ye destek vermesinden dolayı Mısırlılar, Türkiye'ye gitmek isteyen herhangi bir Gazzeli'nin –yaralı da olsa, hasta da olsa– sınırdan geçmesine izin vermiyorlar.

         Son olarak iki mesaj göndermek istiyorum: İlki, Mısır halkına... Onların ne kadar zulüm altında olduklarını en çok bizler biliriz; fakat sessiz kalmaları onları neredeyse bu zulüme ortak yapıyor. Gazzelilerin ne kadar zulüm altında olduklarını en çok Mısır halkı bilir; ama buna rağmen en çok onlar sessiz kalır. Tabii ki buna bütün müslümanlar da dahil... Zulüme sessiz kalmak, yapılan zulüme ortak olmaktır.

Diğer mesajım da, yahudilere sınırdan giriş konusunda her türlü kolaylığı sağlayan Mısır hükümetine... Gazze'nin; komşunuz olduğu, müslüman olduğu, aramızda bir kan bağı olduğunu unutun, bizi de eyahudi olarak sayın. Belki bu kolaylıktan faydalanırız...

Selam ve dua ile...

Tevfik Alhamss (@tevfik_hamss)
22.12.2014

18 Kasım 2014 Salı

Kudüs'teki Olaylara Bir Bakış

Yazıma başlamadan önce bir noktada anlaşmalıyız o da şu ki, Yahudiler hiçbir zamanda iyi olmazlar hiçbir zamanda masum olmazlar, nasıl olsunlar ki topraklarımızı bizi öldürerek işgal etmişler ve bundan ziyade kendilerine göre bir ülke kurmuşlar ve yaşamaya devam ediyor sivil olsa bile o bir işgalci ve o topraklarda yaşamaya hak etmiyor, şimdi bazıları çıkıp ama işgale karşı Yahudiler var diyecek, yok demiyorum ki zaten vardır madem işgale karşı ise o zaman neden hala ona ait olmayan topraklarda yaşamaya devam ediyor? Çıkıp başka yerde yaşasın o zaman. Bu nokta çok önemli ve bunu iyi şekilde anlamalıyız hiçbir işgalci masum değildir.

Kudüs’teki olaylara bakacak olursak aslında bu ilk kez olmuyor neredeyse her gün olan şeylerdir, mescidi aksa sürekli namaza kapatılıyordu insanlar sürekli içine alınmıyordu -45 yaş üstü- olan erkekleri alıyorlardı sadece, mescidi aksanın altına yılladır yapılan kazılar hep vardı ve hala devam ediyor, bir önceki yazımda da yazmıştım Kudüs’te yaşayan Filistinlilere ne kadar vergi ödettiklerini ve bir evi inşa etmek istediğinde bir Filistinli neler çektirdiklerini, Kudüs’te hep zulüm vardı hiç durmadı, ama son zamanlarda daha fazla olmaya başladı ve açık bir şekilde yapılmaya başladı ona karşılık Filistinliler direş göstermeye başladı –zaten Filistinliler önceden hep direniş göstermişti bu olaylara- ama bu sefer münferit direniş olayları ortaya çıkmaya başladı ve bu siyonistlerin hesaplarını karıştırmıştı ve yeni bir yol izlemeleri gerektiğini ortaya koydu.

Kudüs’teki olaylar aslında siyonistler tarafından Filistinli bir çocuğun yakılarak öldürülmesi ile patlak vermişti, ondan sonra da bildiğimiz gibi Gazze’de ve 51 gün devam etmişti, oradaki savaş durmasına rağmen kudusteki olaylar devam etti hata daha fazla bir şekilde devam etmişti, kuduste bulunan Filistinliler bazıları arabası ile bazıları ise bıçakla direniş göstermeye çalışmıştı o zamanlarda bu zamanlarda da aynı direniş şekli var ama bu sefer direniş biraz farklıydı, hep arka arkaya gelmişti saldırılar ve beklenmedik bir şekilde gerçekleşmişti, İsrail polisi saldırıları durdurmak için her şeyi yapıyoruz demişti ama bana soracak olursanız bu saldırılar devam edecektir kuduste zulum olduğu sürece ve kesinlikle durdurulması imkansız çünkü kuduste bir çok Filistinli yaşıyor ve her yerde İsrail polisi var yani onlara ani bir şekilde saldırmak çok kolay olur onun için kolay hedef de sayılıyorlar.
Bu sabah bir sinagoga saldırdı düzenlemişti ve 4 siyonist öldü, ben kesinlikle buna katılıyorum bazıları çıkıp islam ibadethanelere saldırmak yoktur diyecek, tabii ki yoktur ama ne zaman yok bunu durup bir düşünelim ilk başta, eğer o karşı taraftaki düşmanın senin dini yaşamına saygı gösteriyorsa senin ibadethanelerine saldırmıyorsa o zamanda sen de saldıramazsın, islamda kasas var dişe diş kana kana da var bunu neden unuttun o zaman derim onlara. Onun için biraz empati de kurmamız lazım, eğer birisi gelip evini işgal ettikten sonra ibadethane yaparsa sen ne yaparsın? Oturup onu izler misin nasılsa o ibadethane yaptı ona bir şey yapamam islamda böyle bir şey yok mi diyeceksin tabii ki hayır demezsin aksine ona savaş açarsın Filistinde kuduste olanlar da bunlar.

Sırf konuşmak için konuşmamak lazım, Filistini ve kudusu Filistinlilerden daha iyi anlamayız bizler en iyi şekilde kudusu savunuyoruz ya direnişe destek verirsin ya susar izlersin senden başka bir şey istemiyoruz.

Selam ve dua ile.

Tevfik Alhamss (@tevfik_hamss)
18.11.2014

9 Kasım 2014 Pazar

İslam'da Recm Gerçekten Var mı?

Zaman modernleştikçe algılarımız da değişiyor, mutasyona uğruyor. Öyle ki zamanı algılarımıza tabi tutmak yerine, algılarımızı zamana tabi tutuyoruz. Zaman ve hayat şartları değiştikçe, din algımız ve anlayışımız da değişiyor. Kimimizin İslam algısı ve anlayışında modern zamanın getirdiği değişikliklerden biri de İslam'da recm konusudur.

Bu yazıyı yazma sebebim, youtube'da tesadüfen bir videoyla karşılaşmam. İçeriği şu; hoca sınıfından saydığımız ve ekranlarda sık sık karşılaştığımız bir sakallı ilahiyatçı ile programın diğer konuğu olan başı açık yarı çıplak ablamız, İslam'da recm diye bir şeyin olmadığına dair görüş birliğine vardılar. İlahiyatçı, İslam'da recmin olmadığını, Rasulullah (S)'in sadece bir defa yahudilere, kendi istekleriyle ve kendi şeriatları olan Tevrat'a dayanarak recm cezası uyguladığını, Kur'an'da, sünnette, hadis kaynaklarında ve İslam'da böyle bir şeyin olmadığını ve olamayacağını söyledi. Diğer ablamız ise, İslam'da böyle bir şeyin olamayacağı konusunda ilahiyatçının sözünü doğruladı. Anladığımız kadarıyla her ikisi de müslüman.

İslam'da recm diye bir şeyin olmadığını söyleyebilmek için ya cesaret hapı içmiş kadar cesur olmak, ya da "başıma bir iş gelir" korkusunu cehennem korkusundan üstün tutacak kadar korkak olmak lazımdır. Burada iddia; İslam'da recm diye bir şeyin olmadığı, Hz. Peygamber'in sadece yahudilere, kendi istekleri ve kitapları doğrultusunda recm uyguladığı yönündedir. Şimdi İslam'da recm var mı, yok mu, ayrıntılarıyla inceleyelim.

Recm meselesinin İslam'daki ve İslamî kaynaklarımızdaki yerine değinmeden önce nesh müessesesine değinmemizde fayda vardır.


NESH VE NESHİN KUR'AN'DAKİ MAHİYETİ NEDİR?

Nesh, şer'i bir hükmün, onun yerine gelen başka bir şer'i hükümle yürürlükten kaldırılmasıdır. Kur'an'da Allah nesh müessesesini şöyle anlatır:

"Biz, bir ayetin hükmünü nesh eder veya unutturursak, mutlaka daha iyisini veya dengini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye kâdirdir."(1)

Bu ayet, Kur'an'ın inmeye devam ettiği süreçte nesh müessesesinin var olduğunu ve yürürlükte olduğunu gösterir. Bu konuda İslam alimleri arasında görüş ayrılığı yoktur. Yalnızca mutezileden Ebu Müslim el-İsfehani, Kur'an'ın önceki kitapları nesh ettiğini fakat Kur'an ayetleri arasında neshin olmadığını söylemiştir. Neshin genel çeşitleri ve mahiyeti hakkındaki teferruatlarda birtakım görüş ayrılıkları vardır.(2) Bunlar konumuzla alakasız oldukları için bunlara değinme gereği duymuyorum. Ama Kur'an'daki nesh örnekleri ve çeşitleri konumuzla alakalıdır. Usul-i fıkıhta Kur'an'daki nesh çeşitleri ayrıntılarıyla incelenir.


KUR'AN'DA NESHİN ÇEŞİTLERİ VE ÖRNEKLERİ (3)

1- Hem lafzı hem de hükmü mensuh (neshedilmiş) olan ayetler: Bu ayetlere örnek olarak Hz. İbrahim gibi eski peygamberlere gönderilen suhuflar gösterilebilir. Ayrıca Übeyy ibn K'ab'dan rivayet edilen bir habere göre, Ahzab suresinin önceleri Bakara suresi uzunluğunda olduğu, daha sonra bir kısmının neshedildiği (4) bilgisi de bu tür ayetlere örnek gösterilebilir.
2- Hükmü mensuh, lafzı baki olan ayetler: "Sizden ölüp de dul eşler bırakan kimseler, bir yıla kadar, evlerinden çıkarılmadan bıraktıkları maldan zevcelerinin faydalanmaları için vasiyet bıraksınlar." mealindeki ayetin hükmü mensuh, lafzı bakidir. Çünkü Nisa suresinde hangi varislerin mirastan ne ölçüde faydalanacakları ayrıntılı şekilde zikredilir ve insanların varislere vasiyet yetkisi kaldırılır. Çünkü Allah ve rasulü bir konuda hüküm verdiğinde, kullar için artık kendi istekleri doğrultusunda hüküm verme yetkisi kalkar.  Ayrıca Rasulullah (S), "Varise vasiyet yoktur." hadisiyle bu ayetin hükmünün yürürlükten kaldırıldığını ilan etmiştir.(5)
3- Hükmü baki, lafzı mensuh olan ayetler: "Evli erkek ve evli kadın zina ederlerse, ikisini de Allah'tan bir azap olarak recmedin." ayeti, lafzı neshedilmiş ve tilavetten/mushaftan çıkarılmış ama hükmü ugulanmaya devam etmiş olan ayetlere bir örnektir ve yazımızın temel konularından biridir.


RECM AYETİNİNİN DELİLLERİ

Evli olduğu halde zina yapanların recmedilmesini emreden bir ayetin indiğine dair birçok sahabe bilgi vermektedir.

İbn Abbas (R) anlatıyor: "Ömer b. Hattab'ı hutbe verirken dinledim. Şöyle demişti:

- Allah-u Teala Muhammed (S)'i gönderdi ve ona Kur'an'ı indirdi. Bu indirilenler arasında recm ayeti de vardı! Biz bu ayeti okuduk ve ezberledik. Ayrıca Rasulullah (S) zina yapan evlilere recm cezasını tatbik etti, ondan sonra da biz halifeler tatbik ettik. Ben şu endişeyi taşıyorum ki, aradan uzun zaman geçince bazıları çıkıp; "biz Kur'an'da recm cezasını görmüyoruz." diyerek Allah'ın kitabında indirdiği bir farzı terk edip dalalete düşebilirler. Bilesiniz ki recm, evli olan kadın ve erkeklerin zina yaptıkları, delilleriyle veya itiraflarıyla sabit olduğu takdirde, onlara tatbik edilmesi gereken ve Kur'an'da mevcut olan bir haktır. Allah'a yemin ederim ki eğer insanlar; "Ömer Allah'ın kitabına dışarıdan bir şey ekledi." demeyecek olsalar, recm ayetini mushafa yazardım." (6)

Abdullah ibn Abbas (R) şöyle dedi: "Allahu Teala Kur'an-ı Kerim'inde: "Kadınlarınızdan fuhşu irtikab edenlere karşı içinizden dört şahid getirin. Eğer şehadet ederlerse -onları ölüm alıp götürünceye, yahud Allah onlara bir yol açıncaya kadar- kendilerini evlerde alıkoyun (insanlarla ihtilaftan menedin)" buyurdu. (Nisa 15) Cenab-ı Hakk, bu ayette (zina meselesinde) önce kadını zikrettikten sonra, erkeği kadınla birlikte ele alarak şöyle demiştir: "Sizlerden fuhşu irtikab edenlerin her ikisini de (kınayarak) eziyete koşun. Eğer tevbe edip (nefislerini) ıslah ederlerse artık onlara (eziyetten) vazgeçin. Çünkü Allah tövbeleri çok kabul eden, en çok esirgeyendir." (Nisa 16) Cenab-ı Hakk bu ayeti, celde ayetiyle neshederek şöyle buyurdu: "Zina eden kadınla zina eden erkekten her birine yüzer sopa (celde) vurun. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız bunlara, Allah'ın dinini tatbik hususunda, acıyacağınız tutmasın. Mü'minlerden bir zümre de bunların azabına (bu cezalarına) şahid olsun." (Nur 2) Sonra Nur süresinde recm ayeti nazil oldu. Önceki (celdeyi emreden) vahiy, bekar (zani) içindi. Sonra recm ayeti tilavetten kaldırıldı, ancak hükmü baki kaldı." (7)

Âişe annemiz (R)'dan tazyif edilmiş senedle nakledildi: "Andolsun ki recm ayeti ile on defa emzirme ayeti indi. Bu ayetler koltuğumun altındaki bir yaprak parçasında yazılı idi. Rasulullah (S) vefat ettiğinde, biz onun vefatıyla ilgilenirken evin etrafında beslenen bir koyun (ya da keçi) o yaprağı yemiş."(8)

Recm ayetinin indiğine dair haberler kesindir. Ümmet içinde bu konuda icma' vardır. Lakin lafzı nesh edilmiştir. Ulemanın bir kısmı recm cezasının bu ayet dolayısıyla Kur'an'a dayandığını söylemişlerdir.

Recm ayetinin yazılı olduğu materyali koyunun ya da keçinin yediğine dair rivayetler tartışma konusudur. Bazı modernist çevreler, bunun Kur'an'a atılmış bir iftira olduğunu, recm ayeti diye bir ayetin asla inmediğini iddia ederler. Bu konudaki sahih ve gerçekliği kesinleşmiş rivayetleri yok sayarlar. Kur'an'ın, bir keçinin yemi olarak terk edilmiş olmasının söz konusu olamayacağını düşünürler. Keçinin yediği söylenen materyaldeki ayetlerin lafzının neshedildiğini, dolayısıyla o ayetlerin ve cümlelerin zaten halihazırda "Kur'an" olmaktan çıktığı gerçeğini gözardı ederler. Lakin bu rivayet senedindeni zaafler nedeniyle başta Ahmed b. Hanbel olmak üzere kendi ravileri tarafından tazyif edilmiştir. Nesh müessesesini hakkıyla anlayamayan, usul-i fıkıh bilgilerinden bihaber olan bu çevreler, modern çağın şartlarına ve mantığına kendilerince uymayan bu gerçekleri, kendi şahsi heva ve düşüncelerine göre yorumlama hatasına düşerler.

Gerek Ahzab suresinin önceleri Bakara suresi kadar uzun olduğuyla ilgili bilgiler, gerekse recm ayeti, on defa emzirme ayeti ile ilgili bilgiler, nesh müessesesi hakkında bazı fikirler edinmemize imkan vermektedir. Lafızları yürürlükten kaldırılmış olan bu ayetlerin, indikleri zaman sahabeler tarafından yazıya geçirilmiş oldukları materyaller nerededir? Ahzab suresinin yürürlükten kaldırılmış olan kısmının yazılı olduğu materyallerin akıbeti ne olmuştur? Cevap; söz konusu ayetlerin lafızları Allah tarafından neshedildikten ve bu ayetler Kur'an olma özelliklerini kaybettikten sonra, bu ayetlerin yazılı oldukları materyallerin akıbeti bizim için bağlayıcı değildir, bir önemi kalmamıştır. Bu materyaller imha edilmiş olabilir, yakılmış olabilir, yıpranmış ve çürümüş olabilir, yahut bir hayvan tarafından yenmiş olabilir. Bu tür tartışmalara girmek bizim için gereksizdir. Zira bu ayetlerin halihazırda Kur'an olma vasıfları kaybolmuştur. Ashab-ı kiram'a unutturulma yoluyla veya yazıldıkları materyallerin herhangi bir yolla imha edilmeleri yoluyla lafızları neshedilmiş olan bu ayetlerle birlikte Allah'ın "Sana okutacağız ve unutmayacaksın, yalnız Allah'ın diledikleri müstesna." ve "Allah dilediği hükmü imha eder, dilediğini de sabit kılar. Kitabın aslı onun indindedir." (9) vaadi tecelli etmiştir.

Bu tür ayetlerin lafızları neshedildikten sonra ise hükümlerinin devam edip etmediğine bakılır. Recm ayetinin lafzı neshedilmesine rağmen hükmü baki kalmış, bu ceza uygulanmaya devam etmiştir. Dolayısıyla recm, sünnet ve icma' ile sabit bir hükümdür.


SÜNNETTE RECMİN DELİLLERİ

İddia; Rasulullah (S)'in sünnetinde ve hadislerde recm diye bir cezanın olmadığı, yahudilere yönelik bir istisna bulunduğu yönünde. Rasulullah (S), sahih hadis kaynaklarında -benim tesbit ettiğim kadarıyla- ayrıntıları anlatılan beş ayrı vak'ada recm cezasını tatbik etmiştir.(10) Bunlardan biri, iddia edildiği üzere yahudilere kendi istekleri ve şeriatları doğrultusunda tatbik edilmiştir. Bunun dışında müslüman zanilere tatbik edilen dört recm vakası, suçlarını itiraf etmeleri üzerine tatbik edilmiştir. Bunlardan biri meşhur Ğamidiyye (R), diğeri ise meşhur Mâ'iz (R) vakalarıdır. İslam alimleri, söz konusu rivayetler neticesinde Rasulullah (S)'in recmi tatbik ettiğine dair haberlerin mütevatir olduğunu söylemişlerdir.

İbnu’l-Hümâm, Fethu’l-Kadîr kitabında şöyle der: "Rasulullah (S)'den gelen recmin sabit oluşu; Hz. Ali’nin kahramanlığı ve Hatem et-Tâî’nin cömertliği gibi manevi mütevatirdir. Teferruatla ilgili olan haberi ahad olsa da, recmin tanımı ve özelliklerini açıklama mahiyetindedir. Recmin aslına gelince, bunda şüphe edilecek bir durum söz konusu değildir."

İmam Râfiî, Şerhu’l-Kebir kitabında şöyle der: "Rasulullah (S)'den meşhur olduğu kadarıyla recm; Mâiz, Gâmidiyye ve Yahudilerle ilgili kıssada geçmektedir. Recm, Rasulullah (S)’den sonra raşid halifeler döneminde de uygulanmıştır. Bu nedenle de hadis, mütevatir derecesine ulaşmıştır." İbn Hacer el-Askalânî, Tahrîcu Ehâdisi’r-Râfiî kitabında bunu onaylamıştır.

İmam Suyûtî, El-Ezhâr kitabında, Mâ'iz (R)'in recmedilmesine dair hadisi tamamen sahih senedlerle 18 ayrı sahabeden nakletmiştir. Bu sahabeler; Câbir b. Abdullah, Abdullah ibn Abbâs, Büreyde, Câbir b. Semure, Ebu Saîd el-Hudrî, el-Leclâc, Nuaym b. Hezzâl, Ebu Hureyre, Übey, İbnü’l-Müseyyeb, Hz. Ebu Bekr, Ebu Zerr, Osman’ın babası Nasr, Ebu Berze el-Eslemî, Atâ’ b. Yesâr, Şa’bî, Ebu Ümâme b. Sehl ve ismi nakledilmeyen bir sahabedir.

Netice itibariyle sünnette ve hadis kaynaklarında tevatür derecesine ulaşmış olan recm cezasının asla bulunmadığını iddia etmek, komiklik ötesi değilse de, en azından kendi dindaşları tarafından kınanmaktan korkmanın tezahürüdür. Rasulullah (S) tarafından bir yahudiye tatbik edilen recmin varlığını kabul ederken, öte yandan aynı kaynaklarda tashih edildiği üzere müslümanlara tatbik edilen en az dört ayrı recm vakasını ve onlarca sahih hadisi inkar etmek, ilimle, izanla, hakkaniyetle izah edilemez.


İCMA'DA RECM

Evli olduğu halde zina yapanlara, gerekli şartlar sağlandığı takdirde recm cezası verilmesi hakkında ümmetin icma'ı vardır, Müslümanlar bu konuda görüş birliği halindedir.

Diğer üç mezhebde zina suçunun isbatı ve recm cezasının tatbik ediliş sureti hakkındaki teferruatlarda farklılıklar olmasıyla birlikte biz Hanefi mezhebinde recmin yerini anlatacağız.

Zina suçu, dört güvenilir insanın aynı yerde ve aynı anda olayı görmüş olmaları ve şahitlik yapmalarıyla sabit olur. Farklı mekanlarda ve zamanlarda olaya şahitlik ederlerse, şahitlikleri geçersiz sayılır. Dört yerine üç şahit olursa, iftira attıklarına hükmedilir. Şahitler hakim huzurunda şehadette bulunduklarında hakim onlara; zinanın ne olduğunu(11), nasıl yapıldığını(12), ne zaman yapıldığını(13), nerede yapıldığını(14), kiminle yapıldığını(15) sorar. Dört şahit bunları ayrıntılarıyla cevapladıktan sonra her türlü zinanın haram olduğunu ifade ederler. Bu şahitler olayı, sürmelik içindeki kalemin hareketi gibi görmüş olmak zorundadır. Şahitlerin adil ve güvenilir olup olmadıkları hem gizli, hem açık bir şekilde araştırılır. Tüm bu şartlar, hadd cezasının (ayet ve hadislerde belirlenmiş olan ceza) uygulanmaması için mazeret aramaya yöneliktir. Şahitlerin adil ve güvenilir oldukları tesbit edilirse zina suçunun varlığına hükmedilir. 

Zina itiraf yoluyla da sabit olabilir. Zina eden kişinin akil ve baliğ olması şarttır. Dört defa dört ayrı oturumda suçunu itiraf eder.(16) İlk üç itirafta da hakim suçluyu geri çevirir, ifadesini reddeder. Dördüncü kez itiraf edildiği takdirde hakim suçluya, şahitlere sorduğu soruların aynılarını sorar. Hakim suçluya "Belki şüphe içindesindir, belki zina etmemişsindir, belki sandığın kadar net hatırlamıyorsundur." şeklinde telkinde bulunur. Bunlar, itirafından dönmesini sağlamaya ve hadd cezası uygulamaktan kaçınmaya yöneliktir. Ceza verilmeden önce ya da itiraflarından herhangi birisi sırasında itirafından vazgeçerse, ceza verilmez, serbest bırakılır.

Zina suçu işlediği kesinleşmiş olan müslümanların evli ya da bekar olup olmadıklarına bakılır. Evli olduğu halde zina işlediği kesin olarak sabit olan kişiye verilecek olan hadd cezası, ümmetin ittifakıyla recmdir. Bekar olduğu halde zina eden kişiye yüz sopa vurulma cezası verilir.(17)

Rasulullah (S), "Gücünüz yettiği kadar haddleri (ayet ve hadislerle belirlenmiş cezaları) şüphelerle giderin."(18) buyurmuştur. İslam alimleri bu emir doğrultusunda, bir kısmından yukarıda, bir kısmından da dipnotlarda bahsettiğimiz şüphe ve engelleri uygun görmüşlerdir.(19) Bu engeller varid olduğunda, hadd cezası yerine ta'zir cezası (hakim tarafından takdir edilen ceza) verilmesini öngörmüşlerdir. Netice itibariyle İslam, recm cezasını vermeye değil vermemeye mazeret aramaktadır.


SONUÇ

Yüzyıllardır müslümanların icmaen sonraki nesillere aktardıkları recm konusunda ümmet içerisinde ihtilaf yoktur. Gerekli şartlar sağlandığı takdirde evli haldeyken zina yapana recm cezası verilmesine dair kanaat kesindir. Rasulullah (S) böyle yapmıştır. Ondan sonra da raşid halifeler ve ümmet bu tatbikatı devam ettirmiştir. Rasulullah(S)'ın recm cezası uyguladığına dair hadisler sahihtir, mütevatirdir.

Rasulullah (S)'ın uyguladığı bir sünnetinin, çağlara ve mekanlara bakılmaksızın aynı hassasiyetle uygulanması gerekir. Rasulullah(S) ve Ashab-ı kiram(R) zamanında çok büyük addedilen zina suçu, o zamanlara kıyasla modern çağlarda Allah indinde daha hafif bir suç haline gelmemiştir, gelemez. Zira buna karar verebilecek tek merci, şari'-i azam olan Allah-u teala'dır. Günün birinde modernleşmenin bu kadar yayılıp yerleşeceğini bildiği halde bu hüküm üzerinde bir değişiklik murad etmeyen Allah, hiç şüphesiz teslimiyet ve bağlılığımızı görmek istemiştir. Çağın bize dayattığı şartlara ve anlayışlara dayanarak Allah'ın ve rasulünün hükmü hakkında şüpheye düşmek, Allah'ın bizden beklediği iman ve teslimiyet duygusu ile bağdaşmaz.

İçinde yaşadığımız modern zamanlarda, birtakım çevrelerden çekinerek, kınanmaktan korkarak, ya da kendi mantık ve düşüncelerine aykırı görerek Allah'ın hükmünü ve Rasulünün sünnetini inkar eden, nefsine yediremeyen ve yok sayan kişileri kendimize muhatap kabul etmiyoruz. Korkumuz, zaman zaman geniş kitlelere hitap etme imkanı bulan böyle şahısların, ümmetin itikadında tamir edilmesi zor gedikler açmasıdır. Allah'a sığınırız. Zina suçunun Allah'ın ve rasulünün gördüğü kadar büyük görülmediği bu zamanlarda; edep, haya ve ahlak ölçülerimiz gevşemiş demektir. Bu da hayatî ötesi, uhrevî uçurumları beraberinde getirir, getirmiştir de nitekim.

Bu kadar hadis, rivayet, tevatür, icma' ortadayken, laik diploma sahibi olan araştırmacı gazetecilerin "İslam'da recm yoktur, olamaz." şeklinde imal-i fikr etmeleri, esası kendi aklına göre dini anlamak ve hadisleri inkar etmekten ibaret olan mutezile anlayışının ne kadar içimize işlediğini gösterir. Bizim eksikliğimiz ise, abdest almayı bildiğinden bile emin olamadığımız kimselerin "İslam'da recm yoktur." diyerek Allah ve rasulü adına konuşmalarını sadece seyrediyor ve bunu engellemeye çalışmıyor oluşumuzdur. "İslam'da recm yoktur." hükmünün doğru kabul ediliği takdirde, recm cezasını tatbik eden Rasulullah'ın, başka bir dinin peygamberi olduğunu mu anlamamız gerekir? Ya da Rasulullah'tan sonra da recm cezasını uygulayan halifelerin başka bir dinin halifeleri, ya da recm cezasının varlığı yönünde ictihad eden mezheb imamlarımızın ve fakihlerimizin başka bir dinin müctehidleri olduğunu mu anlamamız gerekir? Hatta recm cezasının hakk olduğuna iman eden koca bir ümmetin, başka bir dine mensup olduğunu mu anlamamız gerekir?

Böyle mugâlatalardan ve Rasulullah(S)'in sünnetine aykırı tutum ve düşüncelerden Allah'a sığınırız. Vallahu alem...

Selametle....


DİPNOTLAR
(1) Bakara 106
(2) İslam alimleri, ayetin ayetle ve hadisin hadisle neshi konusunda görüş birliğindedir. Ayetin hadisle neshi Hanefi ve Malikilerde caiz görülüp, Şafii ve Hanbelilerde caiz görülmemişir. İmam Şafii dışındaki alimler de, hadisin ya da sünnetin ayetle neshini caiz görmüşlerdir. Günümüzde bazı modernist/reformist çevrelerde neshin hiç bir türünü kabul etmeyenler de görülmektedir.
(3) Suyûtî, Itkân, II, 22-26; Molla Hüsrev, Mir'at, s. 378
(4) İbn Hıbban, Sahih; Zerkeşî, Burhân, II, 35-37
(5) Bakara 240; Ebû Dâvûd, Vasâyâ, 2870
(6) Buhârî, Hudud 30,31, Mezâlim 19, Menâkibü'l-Ensâr 46, Megâzi 21, İ'tisam 16; Müslim, Hudud 15; Muvatta, Hudud 8,10; Tirmizî, Hudud 7; Ebû Dâvud, Hudud 23; İbn Mâce, Hudud 9
(7) Ebû Dâvud, Hudud 23
(8) İbn Mâce, Nikah 36; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 5/131, 132, 183, 6/269
(9) A'lâ 6-7, Ra'd 39
(10) Buhârî, Hudud 21, 28; Müslim, Hudud 16, 19 (1693), 22 (1695); Ebu Dâvud, Hudud (4420, 4421, 4433); Tirmizî, Hudud 4 (1451), 5 (1543); Nesâî, Cenaiz 63; Dârimî, Hudud 12, 14; Müsned, 1/245, 313, 328
(11) Bunun sebebi, zinadan kast edilen şeyin hukuki manasından emin olunmasıdır. Göz zinası, dokunma ve hatta daha ilerisi vs. buna dahil edilmez. Şahitler zinanın ne olduğunu en ince ayrıntılarına kadar anlatmak zorundadır. Şahitlerin olayı görüş mesafesi üzerinde engeller (yorgan, duvar, perde vs.) varsa dava düşer.
(12) Erkek ve kadının hıtaneyni (organları) mutlaka kavuşmuş olmalıdır. Şahitler bunu çok net olarak görmüş olmalıdır.
(13) Zaman aşımına uğramış vakalarda hadd (ayet ve hadislerle belirlenmiş olan ceza) düşer.
(14) Darü'l-harbde zina suçu, hadd cezasını gerektirmez.
(15) Zina yapılan kişinin kimliğinin kesin olarak tesbit edilmesi gerekir.
(16) İmam Şafii, bir defa itiraf etmenin yeterli olduğuna hükmetmiştir.
(17) İmam Şafii, yüz sopa ile birlikte bir sene sürgün cezası vermiştir.
(18) Molla Hüsrev, Gurer ve Dürer, III, 13
(19) Molla Hüsrev, Gurer ve Dürer, III, 3 vd., El-İhtiyar, Hudud 191, s. 270 vd
*Bir kimse, babasının veya annesinin cariyesi ile zina yaptığı takdirde hadd cezası verilmez.
*Bir kimse, karısının cariyesini helal zannederek zina yapsa, hadd cezası verilmez.
*Bir köle, efendisinin cariyesini helal sanıp zina yapsa, hadd cezası verilmez.
*Bir kimsenin kendisine rehin bırakılan cariye ile zina yapmasından dolayı hadd cezası verilmez.
*Bir kimsenin üç talak ile veya mala karşılık boşayıp iddet bekleyen karısı ile münasebetine hadd cezası verilmez.
*Sattığı cariye ile münasebette bulunan satıcıya hadd cezası verilmez.
*İki kişi arasında ortak olan cariye ile ortaklardan biri münasebette bulunsa hadd cezası verilmez.
*Darü'l-harbde zina eden kişiye hadd cezası verilmez.
*Zorla zina ettirilen kimseye hadd cezası verilmez.
*Para karşılığı zina edenlere İmam Azam'a göre hadd cezası verilmez.
*Birbiriyle zina edenlerden biri suçunu itiraf ederken diğeri inkar etse, ikisine de hadd cezası verilmez.
*Akil ve baliğ olan kadın, akil veya baliğ olmayan erkekle zina ederse had cezası verilmez.
Bunların dışında birçok şüphe ve durum, zina haddini düşürmektedir.


twitter.com/mukallid_
ask.fm/mukallid

14 Ekim 2014 Salı

Mustafa İslamoğlu'nun Ebu Hanife Anlayışına Eleştiriler

Mustafa İslamoğlu; biraz modernist, biraz akılcı, biraz yenilikçi bir din anlayışına sahip olmasıyla dikkatleri çeken bir kişi. Ama tüm vasıflarının yanında en çok hadis konusundaki eleştirileri ve hadis kaynaklarını muteber kabul etmemesiyle dikkat çekiyor. Hadis kaynaklarının ne kadar güvenilir olduğu, hadislerin nasıl ortaya çıktığı, müslümanların dini anlayışları için ne ölçüde bağlayıcı oldukları topyekün ayrı bir konu olduğu için biz bu konuya direkt değinmeyeceğiz. Ama bu konuları merak edenler için yeterli bilgi edinebilecekleri linkleri dipnot kısmına ekliyorum. (1)

Mustafa İslamoğlu'nun genel olarak hadisleri ve hadis kaynaklarını güvenilir bulmadığı hepimizce malumdur. Bu yüzden bu konuda herhangi bir delillendirme girişiminde bulunma ihtiyacı hissetmiyorum. Bu yazıda daha çok Mustafa İslamoğlu'nun Ebu Hanife etrafında geliştirdiği fikirlere, özellikle kendisinin hadis ve ehl-i hadis karşıtı anlayışının, İmam Azam'ın hadis konusundaki titizliği ile birebir örtüştüğü yönündeki görüşüne tenkidler üzerinden gideceğiz inşallah.


EHL-İ HADİS KİMDİR, EBU HANİFE'YE KARŞI TUTUMLARI NASILDIR?

Rasulullah (S)'in vefatından sonra hadisler gerek sözlü gerek yazılı olarak nakledilmeye başladı.(2) İlk yıllardan itibaren gerek Medine'de, gerekse Mekke'de Hz. Peygamberin hadisleri daha kolay iletilme imkanı bulduğu için Medine ve Mekke gibi kadim topraklarda hadislere karşı özel bir hassasiyet gelişti. Öyle ki, cüz'i miktarda hadis öğrenebilmek için kısıtlı imkanlara rağmen uzun yollar aşıldı ve çok büyük emekler verildi. Neticede hadislere karşı olağanüstü bir dokunulmazlık duygusu beslendi. "Rasulullah dedi ki" ile başlayan cümlelerin ardından susulup dinlenmesi gereken, yorum yapılması asla kabil olmayan bir hassaslık süreci başladı. Hadislere karşı duyulan bu dokunulmazlık ve önem, Ashab-ı kiram'ın Rasulullah'tan aldığı saf, temiz, pak imanın ve akidenin yara almadan uzun süre korunmasını sağladı. Bu hadis hassasiyeti anlayışının ve ehli-i hadis şeklinde tanınan ulemanın öncülerinden biri İmam Malik b. Enes (R)'tir.

Hadislerin korunması konusunda gösterilen bu titizlik ve hassasiyet, İslam yayıldıkça yeni coğrafyalarda kaybedilmeye başlandı. İran, Kufe, Basra, Bağdat gibi beldelerin kurulması ya da fethedilmesi; Hristiyanlık, yahudilik, mecusilik, zerdüştlük, şamanizm, mithracılık, manicilik gibi farklı paganist/ezoterik din ve inançlara mensup kitlelerin İslam'a girmesini sağladı. Lakin İslam'la şereflenen bu kitleler, İslam'a girmekle birlikte geçmişteki inanç ve hayat tarzlarını topyekün terk edemediler. Dolayısıyla; 1. yüzyılın sonları ve 2. yüzyılın başlarından itibaren Allah'ın sıfatları, kadere iman, aklın dindeki yeri, ahiretle ilgili mefhumlar, müteşabih ayetler, Allah'ın mahiyeti gibi konular ilk defa bu coğrafyalarda sorgulanmaya başlandı. Bu sebeple ana gövde olan Ehl-i Sünnet'ten kopmalar ve ilk fırkalaşmalar buralarda baş gösterdi; mutezile, mürcie, cebriyye, kaderiyye, cehmiyye, şia, müşebbihe, mücessime, muattıla gibi bid'at ekolleri bu coğrafyalarda filizlendi. Daha önceleri, duyulduğu zaman bile tüyleri diken diken eden bu anlayışlar yerleşip yayıldıkça, sünnete ve hadislere karşı hassasiyet zamanla kayboldu. Hicaz beldelerinde, Mekke'de, Medine'de Ashab-ı kiram'dan devralınan saf ve temiz iman büyük bir hassasiyetle korunurken, aynı anda Irak beldelerinde, Kufe'de, özellikle Basra'da iman darbe aldı, akide zedelendi. Zihinsel fitneler baş gösterdi. "Rasulullah dedi ki" ile başlayan cümlelerin ardından umursamaz tavırlar görülmeye başlandı. Güvenilmez insanların hadisler uydurduğu ve fitneler çıkarmaya çalıştığı zamanlar gelmişti.

İbn-i Ebû'l-Hadîd, Nehcü'l-Belâga şerhinde bu konuyla ilgili şunları söyler: "Rafıziler hep Irak'ta Kufe sakinlerinden çıkıyor. Irak toprağı her zaman heva ve hevesine uyan (ehl-i sünnet dışı olan bid'at fırkalar sık sık ehl-i heva, yani hevasına tabi olanlar şeklinde isimlendirilir) acayip inanç sahiplerini ve türlü mezheb erbabını yetiştirmiştir. Bu iklimin insanları, her şeyi sorgulamak isteyen bir görüşe sahip olurlar. İnançların ve düşüncelerin aslını araştırırlar. Mezheblere karşı gelirler. Kisralar zamanındaki mani, disan, mazdek gibi inançlar hep burada çıkmıştır. Halbuki Hicaz'ın toprağı böyle bir toprak değildir. Hicaz halkının zihinleri de onların zihinlerine benzemez."

İmam Azam'ın yaşadığı çağın ve coğrafyanın şartlarını, kendisinin de bu şartlar içinde edindiği konumu şu vaka ile tesbit edebiliriz: "Ebu Hanife hacc için sık sık Mekke'de bulunur, orada Ata bin Ebi Rebah'la görüşürdü. İlk tanışmalarında Ata ona sordu: "Sen nerelisin?"
Ebu Hanife: "Kufe ahalisindenim.
Ata: "Dinlerini ayrı ayrı bölüp fırkalara dağılan diyardanım desene..."
Ebu Hanife: "Evet oradan."
Ata: "Sen hangi sınıftansın?"
Ebu Hanife: "Ben selefe ve ashaba dil uzatmayan, kadere iman eden, günahından dolayı bir kimseyi tekfir etmeyen sınıftanım."(3)

İşte böyle bir ortamda ve bu şartlarda Kufe'de İmam Azam'ın hadis ve özellikle ravi konusunda titiz ve seçici davranması, bid'at fırkalara karşı Ehl-i Sünnet itikadını sağlamlaştırmak ve yerleştirmek adına Ashab-ı kiramın gerek duymadığı bir uygulama olan Ehl-i Sünnet kelamına yönelmesi, Medine ekolü diyebileceğimiz ehl-i hadis tarafından hadislere ve selefin görüşlerine karşıt bir tutum gibi anlaşıldı. Bunun üzerine İmam Azam "hadis inkarcısı, mutezili, akılcı, sünnet karşıtı" gibi şiddetli tenkidlere maruz kaldı. Bu tenkidlere; İbn Ebi Duad, Kadı Abdülcabbar, Zemahşerî, Ebu Ali el-Cübbaî gibi amelde Hanefi mezhebine tabi olsa da itikadda bid'at fırkalara dahil olan insanların varlığı ve çokluğu da kaynaklık teşkil etti. Böyle kişiler baz alınarak onların anlayışları Hanefi mezhebine ve Ebu Hanife'ye mal edildi. Şartlar itibariyle problemli bir coğrafya olduğu için buralarda Hanefi mezhebine mensup olan bazı bid'atçıların varlığının duyulması, bu bid'at akımlarının doğrudan Ebu Hanife'ye isnad edilmesine yol açtı.

İmam Azam; kendisini yeni bir fıkıh usulü, Ehl-i Sünnet kelamı, hadis ravisi konusundaki seçiciliği gibi Ashab-ı kiram'ın ihtiyaç duymadığı uygulamalara zorlayan bu şartlar itibariyle içinde kaldıkları vaziyeti el-Âlim vel-Müteallim'de şöyle anlatır:

" 'Hz. Peygamber'in ashabı için kafi olan senin için de kafi değil midir?' dediklerinde, 'Evet, ben onların durumunda olsaydım, onlar için mümkün olan benim için de mümkün olurdu, bana kafi gelirdi.' şeklinde cevap veririz. Oysaki ashabın şartları ile bizim şartlarımız birbirinin aynı değildir. Biz, bizimle adeta savaşan, kanımızı dökmek isteyen kimselerle karşı karşıyayız. O halde çevremizde doğrunun  ve hatalının kim olduğunu bilmemiz, canımızı ve ırzımızı müdafaa etmemiz şarttır. Hz. Peygamber'in ashabının hali (o gün için Medine ekolünün tavizsiz anlayışı diyebiliriz), kendileriyle savaşan kimse olmayan, silah taşımaya ihtiyaç duymayan bir kavmin hali gibidir. Halbuki biz, bizi vuran ve kanımızı helal sayanlarla karşı karşıyayız."

İmam Azam, kendisine yöneltilen eleştirleri cevaplandırırken; bid'at fırkaların bu kadar yerleştiği bir zamanda imanı ve itikadı korumak adına geliştirdiği ihtiyatlı tavrı, kendileriyle savaşanlara karşı ellerinde tedbir icabı olarak silah bulunması gerekenlere benzetiyor.


EBU HANİFE İLE HADİS EHLİNİN MÜNASEBETİNE İSLAMOĞLU'NUN BAKIŞI

İmam Azam Ebu Hanife (R)'ye ehl-i hadisin içinden çok muteber İslam alimlerinin ve zatların tenkitleri olduğu doğrudur. Yer yer İmam Azam'ın mutezile, kaderiyye, cebriyye, cehmiyye, hatta mürcie gibi bid'at itikadlı anlayışları ve ekolleri sahiplendiğini söyleyen hadis alimleri olmuştur. Bu tenkidlerin ve ağır eleştirilerin sebeplerine yukarıda biraz değinmiştik.

İmam Azam Ebu Hanife hadis ravisi konusunda normalin üstünde bir titizlik ve seçicilik gösterirdi. İmam Azam'ın böyle bir tutum sahibi olduğuna ulemadan bazı istisnalar dışında bir itiraz gelmemiştir. Kendisi zaman zaman hadislere dair hakiki/sahte ayrımını çok iyi yapabilen bir hadis sarrafına benzetilmiştir. İmam Azam'ın bu seçiciliği karşısında gösterilen tavırları üç ana başlıkta sayabiliriz.
1- İmam Azam'ın hadislere kıymet vermediğini, daha çok akılcı ve rasyonalist anlayışla hareket ettiğini, bunun yanlış olduğunu ve bu sebeple İmam Azam'ın tehlikeli sularda yüzdüğünü düşünenler. (Medine ekolünün hadislerden taviz vermeyen duruşunu bu kategoride değerlendirebiliriz.)
2- Aynı şekilde İmam Azam'ın hadislere kıymet vermediğini fakat bunun yanlış olmadığını, tam aksine doğru ve olması gereken bir tavır olduğunu düşünenler (ki Mustafa İslamoğlu ve Yaşar Nuri Öztürk gibi modernist/reformist ilahiyatçıların düşüncelerini de bu kategoride değerlendirebiliriz.)
3- İki düşünce arasında orta yolu bularak; İmam Azam'ın yaşadığı zamanın ve coğrafyanın şartlarından dolayı böyle bir titizlik göstermesinin hayırlı ve gerekli olduğunu, ama aynı zamanda Medine ekolünün hadislerden taviz vermeyen duruşunun da ümmet için gerekli olduğunu düşünenler.

Müşebbihe, mücessime gibi ehl-i hadis içindeki uç ekolleri de birinci kategoriye dahil edebiliriz. Fakat maksadımız bir muayyen düşünceye yönelik inşa edilmiş olan tenkitler olduğu için bu uç ekolleri konumuz haricinde değerlendirmenin isabetli olacağını düşünüyoruz. Ayrıca İlk iki kategori, ümmet içerisinde azınlık teşkil etmekle birlikte biz ağırlıklı olarak ikinci kategorideki düşünceleri ele alacağız.

Ehl-i hadisin İmam Azam'a yönelik tenkidlerine Mustafa İslamoğlu gibi yaklaşacak olursak şöyle bir sonuca ulaşırız: Mustafa İslamoğlu'na göre İmam Azam'ın hadis anlayışı, kendisinin hadis anlayışıyla birebir örtüşmektedir. Ona göre ehl-i hadis (yani İslamoğlu'nun tabiriyle hadis ideolojistleri) başta İmam Şafii, İmam Evzai, İmam Sevri ilh. olmak üzere, neredeyse bütün hadis alimleri Rasulullah (S)'ın Kur'an haricindeki sözlerini de vahiy kabul ederek (4) büyük bir hataya düşmüşlerdir. Bu hata sonucunda Kur'an'a tamamen aykırı olan bir İslam anlayışı icad etmişlerdir. Devlet gücünü de arkalarına alarak ve devlet idaresine sığınarak icad ettikleri bu sünnetçi ve Kur'an'a aykırı anlayışı korumaya çalışmışlardır. Bunu korumak için de sünnetçi anlayışın zıddı olan Ehl-i reyi ve ehl-i reyin bir numarası olan Ebu Hanife'yi itibarsızlaştırma çabasına yoğun bir şekilde girişmişler, Ebu Hanife'ye hakaretler yağdırmışlar, onu ve geliştirdiği fıkıh usulünü yerden yere vurmuşlardır. (5) Mustafa İslamoğlu, kendi hayal dünyasına ait olan bu kurguları, sözümona İmam Azam'ı müdafaa sadedinde zikreder.

İmam Azam'a yöneltilen eleştirileri bu cihetle anlayarak kötü niyetli bir itibarsızlaştırma ve tahkir çabası şeklinde görmek ne kadar doğrudur? İmam Azam'a doğru bir din anlayışını layık görüp, ona yöneltilen eleştirileri de tüm hadis ulemasına mal ederek yanlış din anlayışları kefesine koyduktan sonra İmam Azam'la hadis literatürünü ve ehl-i hadisi karşı karşıya getirmek; kendi sahip olduğu hadis karşıtı anlayışı İmam Azam'a giydirerek onun üzerinden hadis ve ehl-i hadis eleştirisi yapmak doğru bir tavır mıdır? Bunu tesbit edebilmek için meseleye İmam Azam'ın açısından bakmayı faydalı görüyorum.

İmam Azam'dan önceki dönemlerde yaygın olarak kabul edilen bir anlayışa göre, kulun amelleri de imanın bir parçası kabul ediliyordu. İmam-ı Azam'a çağdaşları ve muahhar ulema tarafından yöneltilen eleştirilerin, genel hat itibariyle bu mesele etrafında yöneltildiğini görüyoruz. Zira İmam Azam'dan önceki bu anlayışa göre iman artıp azalabilir, her günah imanı azaltır, her ibadet de imanı arttırırdı. Buna göre imanın tarifi; "kalp ile tasdik, dil ile ikrar, beden ile tatbik" şeklindeydi ve dolayısıyla ameller de imanın bir parçasıydı. O kadar ki, kişinin amellerindeki günahlar kişiyi dinden çıkarabilecek boyutlara bile varabilirdi. O zamanın hayat standartları ve şartları içinde değerlendirecek olursak böyle bir anlayışın geniş kitlelere hakim olması normal karşılanabilir. İslam'ın devlet nezdinde tatbik edildiği ve halk nezdinde kamil olarak yaşandığı bir ortamda, amelin imanın bir parçası olmadığını kimsenin düşünmemiş olması şaşırtıcı değildir. Zira Müslümanlardan, imana zarar verebilecek ölçüdeki amel bozuklukları çok sık sadır olmamaktaydı.

Amelin imanın bir parçası olmadığına, imanın amellerle artıp azalmadığına dair müşahhas bir ictihada ilk defa İmam Azam Ebu Hanife (R)'de rastlıyoruz. (6) Günahın imanı azalttığı ve hatta iman dairesinden çıkardığı kabul edildiği takdirde günün birinde Müslümanların mü'min vasfı kazanmalarının çok zor bir hal alacağını farkeden İmam Azam, amelleri imandan ayırma ictihadına yöneldi. İmam Azam bu ictihadı yaparak tabiri caizse İslam ulemasının büyük bir bölümünü karşısına alıyordu. Buna göre imanın tanımı "kalp ile tasdik, dil ile ikrar"dan ibaret oluyordu. İman ibadetlere ya da günahlara göre artıp azalmıyordu, sabitti, ya vardı ya da yoktu. Kişinin işlediği günah onu dinden çıkarmıyordu. Sadece imanının kuvvetini ve kalitesini azaltıyordu. İbadetler de aynı şekilde imanın kuvvetini ve kalitesini arttırmakla birlikte miktarını arttırmıyordu. Böyle bir ictihadın neticesi olarak İmam Azam, her ne kadar bu ictihadını sayısız ayet, hadis ve sahabe kavliyle delillendirse de kimi çevrelerde Kur'an'ın ve sünnetin bazı nasslarıyla çelişiyor ve peygamberi adeta yok sayıyor gibi algılandı. Kur'an'a ve bil hassa sünnete/hadislere aykırı ictihad yaptığı dedikoduları dilden dile dolaşan İmam Azam Ebu Hanife, kendisine yöneltilen "akılcı, hadis inkarcısı, aklı nassın üstünde tutan, bid'atçı" şeklindeki itirazlara el-Âlim vel-Müteallim'de şöyle cevap vermektedir:

"Peygamberi yok saymak, ancak 'Ben Hz. Peygamber'in sözünü yalanlıyorum.' diyen kimsenin sözü ve yalanlamasıdır. Lakin bir kimse 'Ben Hz. Peygamber'in söylediği her şeye iman ederim, fakat o kötülük yapılmasını söylemedi, Kur'an'a da muhalefet etmedi' derse, bu söz o kimsenin Hz. Peygamberi ve Kur'an-ı Kerim'i tasdik etmesi; Allah'ın Resulünü Kur'an'a muhalefetten tenzih etmesidir. Eğer, Hz. Peygamber Kur'an'a muhalefet etse ve Allah için hak olmayan şeyleri kendiliğinden uydursa idi Allah onun kudret ve kuvvetini alır, kalp damarını koparırdı. Nitekim bu husus Kur'an'da şöyle belirtilir: 'Eğer Peygamber söylemediklerimizi bize karşı, kendiliğinden uydurmuş olsa idi, elbette onu kuvvetle yakalar, sonra da kalp damarını koparıverirdik. Sizin hiçbiriniz de buna mani olamazdı.(7)' Allah'ın peygamberi, Allah'ın kitabına muhalefet etmez, Allah'ın kitabına muhalefet eden kimse de Allah'ın peygamberi olamaz. Onların rivayet ettikleri bu haber Kur'an'a muhaliftir. Çünkü Allah Kur'anı Kerim'de; 'Zina eden kadın ve erkek ... (8)' ayetinde zani ve zaniyeden (zina günahını işleyen günahkarlardan) iman vasfını kaldırmamıştır. Keza, 'Sizden fuhşu irtikap edenlerin her ikisini de ... (9)' ayetinde Allah "sizden" derken Yahudi ve Hristiyanları değil, Müslümanları kast etmektedir. O halde Kur'an-ı Kerim'in hilafına Hz. Peygamber'den hadis nakleden herhangi bir kimseyi reddetmek, Hz. Peygamberi reddetmek veya tekzip etmek demek değildir. Bilakis, Hz. Peygamber adına batıl bir söz rivayet eden kimseyi reddetmek demektir. İtham, Hz. Peygamber'e değil nakleden kimseye racidir. Hz. Peygamberin söylediğini duyduğumuz yahut duymadığımız her şey can, baş üstünedir. Biz onların hepsine iman ettik, onların aynen Allah'ın Resulü'nün söylediği gibi olduğuna şehadet ederiz. Keza Hz. Peygamberin, Allah'ın nehyettiği bir şeyi emretmediğine, Allah'ın kullarına ulaştırılmasını emrettiği bir şeye de mani olmadığına şahitlik ederiz. O, hiçbir şeyi Allah'ın tavsif ettiğinden başka şekilde tavsif etmez. Yine şehadet ederiz ki O, bütün işlerde Allah'ın emrine muvafakat etmiş, hiçbir bid'at ortaya koymamıştır. Allah'ın söylemediği hiçbir şeyi de, Allah'a isnat etmemiştir. Bunun için Allah-u Teala "Kim Resule itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur. (10)' buyurmaktadır."

 İmam Azam bu sözleriyle hadis inkarcısı, mutezile, mürcie, cehmiyye, akılcı, sünnet karşıtı, bid'atçı olduğu yönündeki eleştirilere çok net cevap vermiş oluyor. Hadislerle yani Hz. Peygamber'in söylediğini duyduğu ya da duymadığı sözleriyle hiç bir problemi olmadığını, olamayacağını ikrar ediyor. Aynı zamanda kendisinin direkt hadisleri değil güvenilmez gördüğü hadis ravilerini tenkid ettiğini açık bir şekilde izah ediyor. Bu da onun hadis usulcülerinin işi olduğu üzere rical ve sened tenkidiyle de bizatihi ilgilendiğini gösteriyor. 

Burada dikkatleri çeken esas nokta, İmam Azam'ın sahihlik ölçüsünde Kur'an'a uyumlulukla birlikte sened ve ravi kritiğinin de önemli bir yeri olmasıdır. Halbuki aşağıda birkaç örneğini göreceğimiz üzere Mustafa İslamoğlu'nun herhangi bir hadis hakkında sened ve ravi kritiği yaptığı, şahsi kanaatime göre kolay kolay görülebilecek bir şey değildir. Mustafa İslamoğlu alışılageldik şekilde doğrudan mana kritiği yaparak -kendi deyimiyle hadisleri Kur'an'a arz ederek- hadislerin büyük bir bölümünün Kur'an'a aykırı olduğu gerekçesiyle sahih olamayacaklarını iddia eder. Bunun aksine İmam Azam'ın fıkhının temel ölçütlerinden biri sened ve rical kritiğidir. Bu ise İmam Azam'la İslamoğlu'nun hadis anlayışları arasındaki en bariz farklardan biridir. Mustafa İslamoğlu'nun kabul ettiği "Kur'an'a uyumluluk" mefhumu ile İmam Azam'ın "Kur'an'a uyumluluk" mefhumu arasındaki devasa farklara da aşağıda değineceğiz inşallah.

İslamoğlu'nun Kur'an'a aykırı olduğunu iddia ettiği hadisler, esasen Kur'an'a değil İslamoğlu'nun Kur'an'dan anladığı şeye aykırıdır. Yüzlerce, binlerce yıllık emek ve zahmet bunun isbatıdır. 1300 senelik mesai boyunca hadislerin Kur'an'a aykırı olduğunu ilk görebilen kişinin Mustafa İslamoğlu olma ihtimalini okuyucunun muhakemesine bırakıyorum.

Hadis ilmine vukufiyeti ve hadislere verdiği ehemmiyet her halinden belli olan İmam Azam'ın talebesi İmam Ebu Yusuf'un konuyla ilgili şu sözleri de calib-i dikkattir:

"Ebu Hanife bir ictihad yaptığı zaman ben o ictihadı destekleyen hadisleri bulur ve Ebu Hanife'ye götürürdüm. Bazılarını kabul eder, bazılarını da (kendi ictihadını desteklediği halde) kabul etmez, 'bu hadis sahih değil' ya da 'maruftur' derdi."(11)

Elde ettiğimiz netice itibariyle İmam Azam; Mustafa İslamoğlu'nun iddia ettiği gibi ehl-i hadis'e tamamen karşı bir duruşla ehl-i rey ekolünü benimsemekten beridir. Ayrıca fıkıh kitapları, İmam Azam'ın Kur'an'dan sonra şer'i delil olarak sünneti ve sahih hadisleri benimsediğine dair malumatla doludur. İmam Azam kendi fıkıh usulü hakkında şunları söylemektedir:

"Ben Allah'ın kitabıyla hüküm ve fetva veririm. Kur'an'da bulamazsam Rasulullah (S)'ın sünnetine sarılırım. Orada da hüküm bulamadığım zaman Sahabilerin sözlerine bakarım, onların sözlerine göre ictihad yaparım. Ashabın ictihadlarında ihtilaf varsa uygun gördüğümü alırım, uygun görmediğimi almam. Lakin onların kavlinin dışına çıkmam. Fakat iş İbrahim en-Nehai, Şa'bi, İbn Sirin, Ata bin Ebi Rebah, Said bin Müseyyeb'e gelince, onlar nasıl ictihad yapmışlarsa ben de öyle ictihad yaparım. Onlar da ictihad yapmış kimselerdir, ben de." (12)

İmam Azam'ın Ata bin Ebi Rebah, İbrahim en-Nehai, Şa'bi gibi dirayetli zatları güvenilir gördüğü için onların naklettikleri hadisleri kabul ettiği, fakat aynı zamanda Cabir b. Yezid el-Cufi gibi kişileri güvenilir bulmadığı için naklettikleri hadisleri kabul etmediği malumdur. Bu bağlamda İmam Tirmizi,  İmam Azam'ı büyük bir cerh-tadil otoritesi olarak sayar. (13) Bu ise İmam Azam'ın hadis usulünde sened ve rical tenkidine çok büyük ölçüde başvurmasının bir tezahürüdür.

İmam Azam aynı zamanda ictihad ve fetvalarında kıyasa çok başvurduğu için de eleştiri hedefi olmuştur. Akla gereğinden fazla önem atfettiği, nassın önüne aklı koyduğu, mutezileye kaydığı yönündeki eleştirilere bu cihetten bakmak mümkündür. Daha sonra İmam Tahavi Şerhu Meâni'l-Âsâr'da, İmam Zeylei Nasbu'r-Râye'de ve İmam Murtaza ez-Zebidi Ukûdu Cevâhiri'l-Munîfe fî Edilleti Mezhebi'l-İmam A'zâm Ebî Hanîfe kitabında, İmam Azam'ın ictihadlarının hangi nasslara ve delillere dayandıklarını göstermişlerdir. Ayrıca konumuzla alakadar olmak üzere, İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed de el-Asar adlı eserlerinde İmam Azam'ın rivayet ettiği hadis-i şerifleri toplamışlar, bu eserler de bilahare "Müsned-i Ebu Hanife" adı altında telif edilmiştir. Kitabın elimizdeki baskısında bulunan hadis sayısı 519'dur ve İmam Azam bunların 26'sını Ebu Hureyre (R)'den rivayet etmiştir.

İSLAMOĞLU'NUN SÜNNET ALGISI VE İMAM AZAM

İslamoğlu, 28 Aralık 2013 tarihli ve "Vahyin Hakemliğinde Sünnet ve Hadis Algımız" adlı konferansında Rasulullah (S)'in sünneti hakkında şunları söyler:

"Sünnet, Kur'an'a paralel bir asıl mıdır? Yani dinin iki tane rayı var, biri Kur'an, biri Sünnet? Yok böyle birşey, bu dine iftiradır. Bu Allah'a iftiradır. Bu peygamberimize iftiradır. Bir Kur'an var, bir de sünnet var, yok ya? Öyle mi? Kim çıkardı bunu? Nereden çıktı bu? Peki niye yok dedik? Çünkü Kur'an dinin teorik kaynağıdır, peygamber dinin pratik kaynağıdır. Kur'an'ın dışında bir sünnet olabilir mi? Olması için peygamberimizin Kur'an dışında bir kaynağı olması lazım veya kendisi kaynak olması lazım. Kendisi kaynak mı? O zaman rasul ne demeye geliyor? Elçiyi siz elçi olmaktan çıkarır da gönderenin yerine koyarsanız Hristiyanların İsa'ya yaptığından ne farkınız var?"

Okuyucuyu Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem efendimize yöneltilen bu galiz hakaretlere muhatap kılmaktan dolayı özür beyan ederek İmam Azam Ebu Hanife Hazretlerinin sünnet anlayışını El-Âlim vel-Müteallim'den alıntı yaparak izah edelim. İmam Azam:

"Rasulullah (S) bütün işlerde Allah'ın emrine muvafık olmuştur. Yeni birşey uydurmamış, Allah'ın buyurduğundan başka birşeyi ona nisbet etmemiştir. Bunun içindir ki Allah-u teala; "Peygambere itaat eden Allah'a itaat etmiş olur." buyurmuştur. Çünkü o, peygamberi, yarattığı bütün cinlere ve insanlara önder, farz ve sünnetleri için de emin kılmıştır. Yine bu nedenledir ki Allah-u teala; "Peygamber size ne verirse onu alın, size neyi yasaklarsa ondan uzak durun." buyurmuştur."

İmam Azam'ın sünneti vurgulamak üzere zikrettiği bu ayetlerden, Kur'an'da Allah'ın kendisinin bizleri sünnete yönlendirdiği ve Kur'an'la birlikte sünnete de sarılmamızı istediği anlaşılır. Nitekim İmam Azam da böyle anlamıştır. Yine İmam Azam er-Risale'de şöyle der:

"Bilmelisin ki size öğretilen ve sizin de başkalarına öğrettiğiniz en değerli şey, sünnettir. Sen kendisinden öğrenilen ve başkalarına öğretmek gereken sünnet ehlinin kimler olduğunu bilmelisin. Yemin ederim ki Allah rızasından uzak olan bir şeyde, onu yapan için en ufak bir mazeret bahis konusu olamaz. İnsanların sonradan uydurdukları şeylerle de hidayete ulaşılamaz. Aslolan Kur'an-ı Kerim'in getirdiği, Rasulullah'ın sünnetinde emrettiği ve insanlar fırkalara ayrılmadan önce Ashab-ı Kiram'ın yapmakta devam edegeldikleri şeylerdir. Bunun dışındakiler ise bid'attir ve sonradan uydurulmuştur."

İmam Azam'ın, İslamoğlu'nun aksine Rasulullah'ın sünnetine verdiği kıymet, yalnızca bu sözlerinden de anlaşılabilir. Aynı zamanda menakıb, fıkıh, müsned ve asar kitapları, onun sünnete verdiği kıymetin sayısız delilleriyle doludur. En önemlisi de şu ki; sadece, Hanefi fıkhının ve usulünün İmam Azam'dan tevatüren nakledilmiş olan İslam anlayışında sünnetin de vahyin bir çeşidi olarak görülmesi, dinde hüccet kabul edilmesi ve sünnete sımsıkı sarılmanın gerekliliği bile, İslamoğlu'nun facia denebilecek sünnet algısını yerle yeksan etmek için yeterlidir.


EHL-İ HADİS'TEN İMAM EVZAİ'NİN İMAM AZAM'A KARŞI TUTUMU VE İSLAMOĞLU'NUN BAKIŞI

Mustafa İslamoğlu, ehl-i hadisten bazı kişilerin; ona göre ehl-i reyin bir numarası olan İmam Azam'ı sapıklıkla, bid'atla ve hatta küfürle itham ettiklerini söyler. Kendisi bu ithamları, hadislere mesafeli olduğunu söylediği İmam Azam'ı ve ehl-i rey'i itibarsızlaştırmak ve kendi çarpık din anlayışlarını yerleştirmek için yaptıklarını iddia eder. İşte İslamoğlu'na göre kendi fikriyatının önderi olan İmam Azam'ı itibarsızlaştırmaya çalışan hadis ideolojistlerinden(!) biri İmam Evzai (R)'dir.

İslamoğlu, İmam Evzai'ye edep sınırlarını zorlayan eleştiriler yöneltirken, bir taraftan da İmam Evzai'nin İmam Azam'ı tekfir ettiğini, katli için cevaz verdiğini ve İmam Azam'ın bid'at sahibi olduğunu söylediğini iddia eder. (14)

İmam Evzai; İmam Azam hakkında dolaşan dedikodulara bir zaman için inanmış, fakat İmam Azam hakkındaki düşüncelerini daha sonra tebdil etmiştir. Olayın aslını teb'a-i tabiin'in büyüklerinden olan Abdullah b. Mübarek'ten okuyalım:

"Kendisini daha önce Beyrut'ta gördüğüm İmam el-Evzai'yi ziyaret edip görmek üzere Şam'a gelmiştim. Bana, 'Ey Horasanlı, Ebu Hanife diye anılıp Kufe'de ortaya çıkan bu bid'atçi adam kimdir?' dedi. Bunun üzerine eve dönüp, Ebu Hanife'nin kitaplarına eğildim. Onlardan bir takım esaslı meseleler çıkardım. Üç gün burada kaldıktan sonra tekrar İmam el-Evzai'ye gittim. Caminin müezzin ve imamlığını yapan el-Evzai'ye elimde kitap ile varmıştım. Bana, 'Bu kitap neyin nesi?' diye sordu. Ben de kitabı kendisine verdim. Kitapta "en-Nu'man İbn Sabit dedi ki ..." diye not koyduğum meselelerden birine baktı. Ezan okunduktan sonra, henüz ayakta iken, kitabın başından biraz okudu ve kitabı kolunun altına aldı. Sonra namazı kıldırdı, namazdan sonra da kitabı baştan sona okudu. Bana dönerek, 'Ey Horasanlı, bu en-Nu'man İbn Sabit kimdir?' diye sordu. Ben; 'Irak'ta kendisiyle karşılaştığım bir üstaddır.' dedim. Bunun üzerine el-Evzai bana, 'Bu zat alimlerin en üstünüdür, git ve kendisinden çok şey sorup öğren' dedi. Ben de, 'İşte bu zat, senin daha önce kendisine bid'atçi dediğin Ebu Hanife'dir' diye karşılık verdim." (15)

"Daha sonra İmam Evzai ile Ebu Hanife Mekke’de bir araya geldi, İbn Mübarek’in Evzai'ye verdiği kitaptaki konuları müzakere ettiler. Ebu Hanife konuları daha da açtı. Ayrıldıklarında Evzai, İbn Mübarek’e: 'Ebu Hanife'nin ilminin çok ve aklının mükemmel oluşuna gıpta ettim. Allah Teala’dan onun hakkında söylediklerimden dolayı affımı istiyorum. Apaçık bir yanlışın içerisindeymişim. Sana gelince İbn Mübarek, sakın Ebu Hanife'den ayrılma!' dedi." (16)

Mustafa İslamoğlu'nun kendi düşüncesini desteklemek için meselenin sadece başlangıcına itibar ederken sonrasında İmam Evzai'nin İmam Azam'ın görüşlerini görünce onu tazim ve tebrik ettiğini saklaması, kendi düşüncesini haklı çıkarmak adına tarihi hakikatleri çarpıtmaktır. İmam Azam hakkındaki önceki düşüncelerinden vazgeçerek Allah'tan affını dileyen İmam Evzai'nin İmam Azam hakkında ölüm fetvası verdiğini 21. yüzyılda bile dillendiriyor olmak Mustafa İslamoğlu'nun güvenilirliğine ve samimiyetine zarar vermektedir. Tarihi gerçekleri saptırmak yoluyla Ehl-i hadisi İmam Azam'ın üzerine saldırtmakla yine bir hadisleri ve ehlini kötüye çıkarma çabasına şahit oluyoruz. 


İMAM ŞAFİ'NİN İMAM AZAM'I İTİBARSIZLAŞTIRAN EHL-İ HADİSİN ÖNCÜSÜ OLDUĞU İDDİASI

Mustafa İslamoğlu, kendi deyimiyle Kur'an'la birlikte Rasulullah (S)'in sözlerini de vahiy kabul eden ve ehl-i rey ile İmam Azam'ı itibarsızlaştırmaya çalışan sünnetçi anlayışın öncüsü olarak İmam Şafii'yi görür. Mustafa İslamoğlu'na göre İmam Şafii, uydurma hadislere sahih muamelesi yapan, hadislere sünnet muamelesi yapan, sünneti de aynı Kur'an gibi vahiy olarak gören, dolayısıyla Kur'an'ın yanına çarpık bir din anlayışı getiren bu akımın öncüsüdür. (17)

İslam ümmetinin müttefekun aleyh kabul ettiği bir görüş vardır ki, o da Rasulullah (S)'in ağzından din adına çıkan sözlerin ayet olup olmadığına bakılmaksızın vahiy olduğudur. Onun dini beyan sadedinde aktardığı hiçbir şey kendi hevasından kaynaklanmayıp, Allah'ın ona bildirmesi ve vahyetmesi suretiyledir. Vahiy, Peygamber Efendimizin ağzından Kur'an ayetleri suretiyle sadır olursa buna vahy-i metluv, Kur'an ayetleri haricinde sadır olursa (tebliğler, hadis-i şerifler vs.) buna da vahy-i gayr-i metluv denir. Her ikisi de vahiy olmakla birlikte; vahy-i metluvun yani Kur'an ayetlerinin taabbüdi özelliği vardır. Yani kendisiyle ibadet edilebilir. Lakin gayr-i metluv olan vahyin ibadet edilebilirliği yoktur. 

Kur'an'ın bize bildirdiği üzere Rasulullah (S) hevasından konuşmaz, yalnızca kendisine vahyedileni bildirir. Binaenaleyh, hadis-i şeriflerin de vahiy kapsamında olduğunu kabul eden tek alim, İmam Şafii değildir. Ümmetin kabul ettiği ve görüş birliğine vardığı bir ictihadı İmam Şafii'nin üzerine yıkıp eleştiri odağı haline getirmek kabul edilemez. Hadisleri vahiy, dolayısıyla sünneti hüccet ve delil kabul etmenin, çarpık bir din anlayışı olmadığına; tam aksine Kur'an'ı doğru anlamakta sünnetin rehberliğinin mutlak bir ihtiyaç olduğuna dair dipnotlarda yeterli kaynak bulunmaktadır.

Hakikatte İmam Şafii, İmam Azam'ı itibarsızlaştırmaya çalışmak şöyle dursun, yukarıda bahsettiğimiz, hadislerden taviz vermeyen Medine ekolü ile bid'at fırkaların arasında güvenilmez insanların yaşadığı şehirlerde hadisler konusunda ihtiyatlı davranan Hanefi ekolü arasında bir denge kurmuştur. Medine'de İmam Malik'ten ehl-i hadisin anlayışını öğrenmesi, Bağdat'ta da İmam Muhammed'den İmam Azam'ın önde geldiği ehl-i rey anlayışını öğrenmesi, ona bu sentezi yapacak genişlikte ve derinlikte bir ufuk kazandırmıştır. Çağlar sonra en büyük mezheblerden birine dönüşecek olan İmam Şafii'nin anlayışı hadislerden azami miktarda istifade etmekle birlikte Ebu Hanife'nin fıkıh ekolünden de büyük ölçüde etkilenmiştir. İmam Şafii'nin şu sözü meseleyi aydınlatmaktayken onu İmam Azam'ı itibarsızlaştıran zihniyetin öncüsü olarak göstermek insaf dışıdır:

"Bütün alimler, fıkıhta İmam Azam Ebu Hanife'nin çocukları gibidir."(18)


HADİSLERİN VAHİY OLUP OLMADIĞI, NESH MESELESİ VE EBU HANİFE İLE İSLAMOĞLU'NUN BAKIŞLARI

Mustafa İslamoğlu, Kur'an'a doğru bir şekilde yaklaşıldığı zaman nesh müessesesine ihtiyacın olmadığını düşünür. Ona göre nesh müessesesi yanlıştır, gereksizdir. Bazı alimlerin Kur'an'a yanlış ve yüzeysel baktıkları için Kur'an'da bazı çelişkiler olduğunu sanmaları üzerine nesh müessesesini icad ettiklerini iddia eder.(19) Hangi ayetlerin hangi ayetleri nesh edeceğine dair alimlerin kendi hevalarına göre karar vermek durumunda olduklarını düşünür. Kur'an'daki bazı hükümlerin iptal olduğu söyleminin doğrudan söylendiği takdirde şiddetle reddedileceğini; fakat bu söylemin nesh adı altında meşrulaştırılmaya çalışıldığını söyler.(20)


Ayetler arasında nesh olabileceği konusunda alimler ittifak halindedir. İmam Azam da bu ittifaka dahildir. Sadece mutezileden Ebu Müslim el-İsfehani'nin ayetler arasında neshin vaki olmadığını söylediği, hem Ehl-i Sünnet kaynaklarında, hem de bazı mutezile kaynaklarında belirtilmiştir.(21)


Meselenin, İmam Azam'ın ve İslamoğlu'nun hadis anlayışları arasındaki farkla alakası şudur ki; İmam Azam ayetin ayetle, hadisin hadisle, hadisin ayetle ve hatta ayetin hadisle neshini caiz görür. İmam Azam'a göre mütevatir ve meşhur olan hadisler ve sünnetler Kur'an ayetlerini neshedebilir. Çünkü İmam Azam'a göre sünnet ve Rasulullah'a ait olan hadisler de vahiydir. İmam Malik de bu görüştedir. İmam Şafii ve İmam Ahmed, sünnetin ayeti neshedebileceğini caiz görmemiştir. (22)

İmam Şafii ile ilgili başlıkta belirttiğimiz üzere İmam Azam da, sünneti ve sahih hadisleri vahiy olarak görmektedir. Bunun delili Necm suresinin 3-4. ayetleridir. Hatta İmam Azam, İmam Şafii'den daha da ileri giderek mütevatir seviyesine ulaşmış hadislerin ayetleri nesh etmesini caiz görür.

Mustafa İslamoğlu, hadisleri vahiy olarak gören anlayışın İmam Azam'ın hadis anlayışına ters olduğunu, Kur'an'a aykırı bir İslam anlayışı olduğunu söyler. Halbuki İmam Azam'ın kendisi de hadisleri vahiy olarak kabul eder. Hatta hadislerin ayetleri nesh edebileceği anlayışıyla İmam Şafii'den daha da ileridedir. Buna rağmen İslamoğlu, hadisleri vahiy olarak gören anlayışın öncüsü olarak İmam Şafii'yi görür ve bu anlayışın İmam Azam'ın başını çektiği ehl-i reyin anlayışına zarar verdiğini ve zıt olduğunu söyler. Sadece Rasulullah(S)'e ait olan hadislerin vahiy olup olmadığı hakkındaki görüşleri bile; şahsi kanaatime göre İmam Azam ile Mustafa İslamoğlu'nun hadis anlayışlarının ayrı dünyaların anlayışları olduğunu söylemek için yeterlidir.


CİBRİL HADİSİ VE KADER KONULARINDA İMAM AZAM'IN GÖRÜŞLERİ

Mustafa İslamoğlu, Kur'an'da amentünün sıralandığı ayetlerde "kadere iman" umdesinin yer almadığını söyler. Kadere iman meselesinin hicri 2. yüzyılda çıkmış bir polemikten ibaret olduğunu, imanın bir şartı olmadığını, hatta kadere imanın iman şartı olarak sayılmasının Allah'a ve peygamberine iftira atmak olduğunu düşünür. Çünkü ona göre Allah dahi kadere iman şartı koymamışken, insanın bunu koyması Allah adına dine hüküm koymaktır. Ona göre Allah imanın şartlarını 5 olarak sayarken (ki Kur'an, imanın şartlarını 5 yahut 6 şeklinde numaralandırma yoluna gitmez, bu yalnızca kulların kabulüdür) birilerinin(!) bu 5 şartı 6'ya çıkarmaları Allah'a iftira atmaktır. İslamoğlu, kadere iman etmenin gerekliliğine vurgu yapan diğer ayet ve hadisleri görmezden gelir. Ona göre kadere iman umdesi İslam'a hadis ideolojisti olan insanlar tarafından sonradan katılmıştır.

İslamoğlu'na ait olduğu belirtilen twitter hesabından 07.06.2014 tarihinde atılan tweetlerdeki şu ifadeler, onun kader hakkındaki görüşlerini açık seçik ortaya koyar: "Kur'an'da dinin tamamlandığı söylenmişken kadere imanı iman esaslarına eklemek; "Allah'ım sen dini eksik bıraktın biz tamamlıyoruz." demektir. Temel iman esasları arasında Allah'ın saymadığı kadere imanı ilave ederek saymak, Kur'an'ı inkar etmektir. Kur'an, Bakara suresi 177. ayette ve Nisa suresi 136. ayette temel iman esaslarını sayarken, kadere imanı bunlar arasında saymamıştır." Görüldüğü üzere İslamoğlu'na göre kadere iman, iman esasları arasında Allah tarafından değil, Kur'an'ı inkar edenler tarafından konmuştur. Kadere imanı, temel iman umdelerinden sayan kişi ona göre Kur'an'ı inkar ediyordur. Bu tesbite göre kadere imanı temel iman esaslarından biri olarak gören bir peygamber, onun ashabı ve on dört asırlık milyarlık bir İslam ümmeti Kur'an'ı inkar etmiş demektir.

Mustafa İslamoğlu; kadere iman konusunun Kur'an'a değil sadece iman şartlarının sayıldığı ve Cibril hadisi (23) olarak meşhur olmuş hadise dayandığını, diğer birçok sahih hadis hakkında söylediği üzere tüm sahih kaynaklar tarafından rivayet edilen Cibril hadisinin de uydurma olduğunu söyler. Çünkü hadisin muhtelif varyantlarında ve senedlerinde farklılıklar vardır. Buhari'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiği varyantta imanın şartları arasında kadere iman şartı yoktur. Müslim'in Hz. Ömer'den rivayet ettiği varyantta ise kadere iman şartı vardır. Ayrıca Müslim'in Ebu Hureyre'den getirdiği diğer bir rivayette ise kadere iman şartı yine vardır. Ebu Hureyre ve Hz. Ömer'den getirilen rivayetlerin senedleri de birbiriyle aynı değildir. Hadis ve usul-i hadis ilimlerinde, insan eseri oldukları için normal karşılanan bu farklılıkları, Mustafa İslamoğlu hadisin uydurma olduğuna delil olarak sayar. İbn Ömer (R)'in kendisine kadere imanla ilgili yöneltilen bir soru üzerine bu hadisi babasından duyduğu şekliyle zikrettiği gerçeğini yok sayar. Ona göre aynı hadisin iki varyantı arasındaki kelime ve sened farklılıkları, imanla dalga geçmek ve Allah ile peygamberi adına iftira atmaktır ve hadisin uydurma olduğunu söyleyebilmek için yeterli sebeplerdir. Hadisi nakleden ravilerin güvenilirliği ve ashab-ı kiramın kader konusundaki hassasiyeti onun için anlamsızdır. Ayrıca Buhari'nin Ebu Hureyre (R)'den rivayetinde kadere iman umdesinin olmamasına itibar ederken öte yandan Buhari'nin "kader" konusunda özel bir bölüm ayırmış olmasına önem vermez. (24) 

Cibril hadisi diye şöhret bulmuş olan bu hadis, Buhari ve Müslim'den önceki jenerasyonlardan Abdürrezzak, Malik b. Enes, Ahmed b. Hanbel, İbn Ebî Şeybe (R) gibi hadis alimlerinin eserlerinde de rivayet edilir. Ve hemen hemen her rivayette ve varyantta kadere iman umdesi dışında da pek çok farklılıklar vardır. Bazı varyantlarda imanın şartları hiç sayılmamışken, bazı varyantlarda İslam'ın şartları sayılmamış, bazısında ise kıyamet alametleri eksik tutulmuştur. Bunun temel sebebi hadis ilmiyle biraz iç içe olan herkesin takdir ve tahmin edeceği üzere şudur: Hadisin söylendiği anda ve ortamda konuşulan konu ne ise, ravi o konu bağlamında hadis üzerinde özetlemeye ve sadece konuşulan konuyla alakalı olan kısmını nakil yapmaya yönelir. Buna hadis ilimlerinde "ihtisar" (özetleme, kısaltma) denir. Ravi hadisin bir kısmını zikretmezken, o an müzakere edilen konu çerçevesine girmiş olan kısmını zikreder. Bu durum, ravi tarafından bazen bilinçli olarak yapıldığı gibi bazen de ravide aranan şartlardaki yetersizlikler sonucu da görülebilir. İrfandan ve ahlaktan nasibini almış olan ilim ehli, bunu böyle bilir. Hadisin kamil bir metnine ulaşabilmek için, tüm sahih varyantları eksiğiyle-fazlasıyla değerlendirmek gerekir. Ravinin o an konuşulan bağlam etrafında yaptığı bu tercih ve özetleme, İslamoğlu'nun iddia ettiği gibi hadisin kamilen o rivayetten ibaret olduğu, diğer varyantlardaki farklılıkların yalan ve uydurma olduğu ve Allah adına iftira atıldığı manasına asla gelmez. İslamoğlu'nun bu görüşünden çıkarılacak sonuç olsa olsa onun hadis ilimlerindeki bilgisizliğini ve yetersizliğini ilan etmesidir.

Kettani, Nazmu'l-Mutenâsire'de bu hadisin mütevatir olduğunu söyler. Kanaatimizce burada kasıt manevi tevatürdür. Diğer bir kanaate göre sahabe tabakasında ahad iken, sahabi sayısına ve hadisin daha sonra kazandığı şöhrete dayanarak meşhur ya da manevi mütevatir diyenler de vardır. İmam Suyuti, El-Ezhar kitabında bu hadisi 8 ayrı sahabeden getirmiştir. Bu sahabiler; Ebu Hureyre, Hz. Ömer, Ebu Zerr, Enes ibn Mâlik, Abdullah ibn Abbâs, Abdullah ibn Ömer,  Ebu Âmir el-Eş’arî, Cerîr el-Becelî'dir. (25) Farklı kaynaklarda bu hadisi rivayet eden sahabi sayısı artarak 11'e, tarik sayısı ise 100'e yakın sayılara çıkmaktadır.

Meselenin konumuzla alakalı kısmı şu ki, İmam Azam Ebu Hanife, el-Fıkhu'l-Ebsât adlı eserinde imanın ne olduğunu açıklarken Mustafa İslamoğlu'nun uydurma dediği ve İslam akaidinin temel taşlarından biri olan bu hadisi, Müslim'in rivayet ettiği şekliyle; Alkame b. Mersed, Yahya b. Ya'mer, Abdullah ibn Ömer, Ömer b. Hattab (R) ve Rasûlullâh (S) zinciriyle rivayet etmektedir. Ayrıca Harisî ve Haskefî'nin rivayetine göre İmam Azam, ilim tahsil ettiği kendi isnad zinciri olan Hammad b. Ebî Süleyman, İbrahim en-Nehâî, Alkame b. Kays, Abdullah ibn Mes'ud (R) ve Rasûlullâh (S) yoluyla da bu hadisi getirir. Sened ve ravi isimlerini de bir hadisçi mantığıyla tek tek zikretmektedir. Tabi ki kadere iman umdesini de bu hadisi delil göstererek imanın şartlarından biri olarak görmüştür. 

Yine İmam Azam, kendisinin rivayet ettiği ve delil olarak kullandığı hadislerin toplandığı Ebu Nuaym tahrici olan Müsned-i Ebu Hanife kitabında yine Abdullah ibn Ömer kanalıyla Hz. Ömer'den aynı hadisi aynı senedle rivayet etmiştir. Bu varyant da yine kadere iman umdesinin dahil olduğu bir varyanttır. Bu rivayeti İmam Azam'dan; -İmam Muhammed ve İmam Züfer dahil- beş talebesi almıştır.

Söz konusu rivayetlerin senedlerinde, özellikle Alkame b. Mersed ve Yahya b. Ya'mer arasında inkıta (kopukluk) olduğuna dair iddialar doğru kabul edildiği takdirde rivayetlerin sıhhati zayıflamaktadır. Lakin lafızlar arasındaki mutabakat ve İmam Azam'ın Fıkhu'l-Ekber'de yaptığı iman tarifi, bu hadisten istifade ettiği kanaatini ve rivayetlerin sıhhatini güçlendirmektedir. Ayrıca Ahmed b. Hanbel, Ukayli ve Mervezi'nin sahih senedle Alkame b. Mersed, Süleyman b. Büreyde, Yahya b. Ya'mer yoluyla bu hadisi getirmeleri, aradaki kopukluğu tamamlamak adına fikir vermektedir. Kısacası İmam Azam'ın, Cibril hadisini imanın tarifini yaparken delil olarak almış olma ihtimali yüksektir, almıştır denebilir. Aksi yönde, İmam Azam'ın İslamoğlu gibi bu hadisi Allah'a iftira atmak olarak gördüğüne dair en küçük bir delil dahi elimizde yoktur, tarihte de hiç var olmamıştır.

Hadisçilerin işi kabaca; hadislerin geliş yollarını incelemek, cerh-ta'dil ilimlerine dayanarak ravilerin ve sened zincirinin son derece ayrıntılı analizini yapmak, güvenilir veya güvenilmez olan ravileri sebepleriyle birlikte belirtmek, hangi ravinin kimden hangi hadisi nakletmesinin zaman ve mekan şartları itibariyle mümkün olup olmadığını tespit etmek ve hadisi her yönüyle aydınlatmaktır. Hangi sebepten ötürü hangi hadisin tercihe şayan olduğunu, hangisinin tercih edilmemesi gerektiğini, aralarındaki sahihlik farklarından ötürü hangisinin amel edilmeye ve esas alınmaya daha uygun olduğunu belirlemek ise fakihlerin veya akaid imamlarının işidir. Konumuz olan Cibril hadisi de hadis ve usul-i hadis alimleri tarafından şaz, muzdarip, münker gibi hadis tasniflerine ve analizlerine tabi tutulup fakihlerin atölyesine havale edilmiştir. Çağların en büyük fakihi ve akaid imamlarının sertacı olan İmam Azam Ebu Hanife (R) bu meslek müfredatları dahilinde Cibril hadisinin Hz. Ömer ve Abdullah ibn Ömer kanalıyla gelen kadere imanın bulunduğu varyantını esas alarak delil kabul etmekte, en azından onun iman tarifi ile bu hadisteki iman tarifi çelişmemektedir. İslamoğlu ise bu inceliği gözardı ederek hadisi uydurma ve Allah'a atılmış bir iftira saymaktadır. Bu da, İslamoğlu'nun iddia ettiği gibi, İmam Azam'ın hadis anlayışının onunkiyle çok da benzer olmadığına dair çok açık bir delildir.


EHL-İ REY MESELESİ VE SAHİH HADİSLERLE AMEL EDEBİLME

Mustafa İslamoğlu, kendisinin de İmam Azam gibi ehl-i rey olduğunu "O da ehl-i rey, ben de ehl-i reyim." ifadeleriyle belirtir. Buradan onun kendisini ilimde İmam Azam'la eş tuttuğu gibi bir yorum çıkarılmaya müsait olsa da biz bunu İmam Azam'la hadis anlayışlarının aynı olduğunu iddia ettiği yönünde alıyoruz. Hadis anlayışlarının aynı olmadığını yukarıdaki konular vesilesiyle ve dipnotlardaki kaynaklarla kısmen göstermiştik.

İmam Azam'a ve bazı diğer mezheb imamlarına dayandırılan "Sahih hadis ne ise benim mezhebim odur." ya da "Benim mezhebimdeki bir hükme aykırı bir sahih hadis bulursanız, benim hükmümü terk edip o sahih hadisle amel ediniz." tavsiyesini, yine önceki örneklerde olduğu gibi kendi anlayışını yerleştirmek için kullanmaktadır. 

İslamoğlu, kendisinin Hanefi olduğunu söyler. Propogandasını yaptığı ya da savunduğu sayısız fetva ve görüşünde ise İmam Azam'a ve Hanefi mezhebine muhalefet eder. Bu muhalefet yetkisini ona yukarıdaki sözünden dolayı bizzat İmam Azam'ın verdiğini iddia eder ve mezhebin görüşlerine muhalefet etme tavrını İmam Azam'a isnad edilen yukarıdaki söze dayandırır. Mezhebin hükmünü terk edip ona zıt olan sahih hadisle hükmetmeye ehliyetli olduğunu iddia eder ama öte yandan hadis kaynaklarının sahihliğini her platformda tartışmaya açmakta, İmam Azam'a zıt bir hükmü esas alırken daima Kur'an'ı kullanmakta, hadis kaynaklarını kullanmamaktadır. Bu ise, sahih hadislerle amel etme ehliyeti olduğunu ve ettiğini iddia eden İslamoğlu adına bir tezattır.

İmam Azam'ın bir fetvasına ya da ictihadına zıt bir sahih hadis gördüğümüzde, İmam Azam'ın fetvasına değil o hadise uyabilir miyiz? Bunu yapabilmek için öncelikle o hadisin İmam Azam'a ulaştığından ve İmam Azam'ın o hadisten haberdar olduğundan kesinlikle emin olmalıyız. Emin olduğumuz takdirde o hadisin İmam Azam'ın sahihlik kriterlerine uygun olup olmadığını belirlemeliyiz. Uygun olduğu takdirde ise o hadisin yine İmam Azam'ın kriterlerine göre "amel edilebilir" bir hadis olduğundan da emin olmalıyız. Tüm bu kriterlerden emin olunduğu takdirde fetvaya zıt olan o hadisle amel edilebilir lakin hadise ait olan bu şartları sağlamak bugün için imkansızdır. Zira genel kriterlere göre sahih olduğu halde İmam Azam'ın kriterlerine göre nisbeten sahih olmayan hadisler de vardır. Öte yandan, İmam Azam'ın kriterlerine göre sahih hadislerin bulunması ve onların amel edilebilirliğinin belirlenmesi işlemi, bizzat İmam Azam'ın talebeleri İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed, İmam Züfer ilh. tarafından ve daha sonraları İmam Tahavi, İmam Debusi, İmam Pezdevi, İmam Serahsi gibi hanefi alimleri tarafından icra edilmiştir. İmam Azam'ın ictihadı belli iken Hanefi mezhebinde tatbik edilen fetvanın ona zıt olduğu nice mesele bu işlemlerden ve çalışmalardan kaynaklanmıştır. (26) Netice olarak günümüzde Hanefi mezhebinin hükmüne zıt olan sahih hadislerle amel etmemize gerek kalmayacak kadar ciddi bir çalışma ve emek sarf edilmiştir.

Sahih hadisleri İmam Azam'ın fetvalarına tercih edebilecek kadar kendini ehliyetli gören kişilerin Hanefi olduklarını söylemeleri, mezhebe ittiba mantığına terstir. Mustafa İslamoğlu gibi bu ehliyeti kendinde gören insanların kendilerine "Ben neden Hanefiyim?" diye sormaları icap eder. Çünkü keyfi uygulamalarla sahih hadislerden ya da ayetlerden kendi mezhebinin aksi yönde hükümler çıkarmak, o mezhebe ittiba ettiğini söyleyen kişi adına tezattır. Zira ayet ve hadislerden kolaylıkla hüküm çıkarabilecek kadar ilmî derinliği ve ehliyeti olan birisinin mezhebe tabi olması söz konusu değildir. Bu ehliyete sahip olunmadan hüküm çıkarma işine girişildiği takdirde, tearuz halindeki hadisler karşısında bocalama ve tıkanıp kalma kaçınılmazdır.

Tarihte gelmiş ve geçmiş nice ehliyetli ve dirayetli Hanefi alimleri de, sahih hadisleri mezheblerinin hükmüne tercih edecek kadar ileri derecede bir ehliyeti kendilerinde görmemişlerdir. Buna rağmen Mustafa İslamoğlu'nun kendinde bu ehliyeti ve liyakati buluyor olmasını okuyucunun yorumuna bırakıyorum.


NÜZUL-İ İSA MESELESİ VE İMAM AZAM'IN GÖRÜŞÜ

Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat alimlerinin görüşüne göre Hz. İsa'nın öldürülmediği, kıyamete yakın bir zamanda yeryüzüne ineceği ve Rasulullah (S)'ın şeriatıyla hükmedeceğine dair bilgiler, Kur'an, sünnet ve icma' ile sabittir. Bu konuda ümmet içinde görüş ayrılığı yoktur. Kur'an-ı Kerim'de Hz. İsa'nın yeryüzüne inişi sarahat cihetiyle değil, delalet cihetiyle zikredilir. Hz. İsa'yla ilgili ayetler, onun kıyamete yakın bir zamanda yeryüzüne ineceği bilgisi ihmal edilerek (ya da inmeyeceği varsayılarak) asla anlaşılamaz. Aksi halde Hz. İsa ile ilgili ayetler hakikatle çelişir. (27) Peygamber Efendimizden gelen Hz. İsa'nın nüzulüyle ilgili bilgiler ise hadis alimlerinin ittifak ettiği görüşe göre mütevatirdir. Bu rivayetler iki yüzden fazla sahabi tarafından bize ulaşmıştır. Bu ise hadisler açısından ortalama bir ravi sayısının çok üzerindedir. (28)

İmam Azam el-Fıkhu'l-Ekber'de bu konuyla ilgili şunları söyler:

"Deccal'in, ye'cüc ve me'cüc'ün ortaya çıkması, güneşin batıdan doğması, Hz. İsa'nın gökten inmesi ve sahih haberlerde bildirilen kıyamet alametlerinin hepsi haktır, olacaktır."

Mustafa İslamoğlu, Hz. İsa'nın yeryüzüne inişinin Kur'an'da var olmadığını söyler. Yine Kur'an'dan çıkardığı hükme göre Hz. İsa'nın öldüğünü, kıyamete yakın yeryüzüne inmeyeceğini düşünür.(29) Dolayısıyla İmam Azam'ın da içlerinde olduğu tüm Ehl-i Sünnet alimlerinin ve İslam ümmetinin yüzyıllardır kabul ettiği sahih haberlere itibar etmez.

Hz. İsa'nın nüzulüyle ilgili hadisler, İslam alimleri tarafından mütevatir olduğu tesbit edilmiş az sayıdaki haberlerden biridir. Hz. İsa'nın nüzulüne dair olağanüstü sayıda haberin iletilmiş oluşu bu sonucu doğurmuştur. Dolayısıyla nüzul-i İsa hadisleri, sahihlik açısından en üst seviyede sıhhate ulaşmış sayılı hadislerdendir. Mustafa İslamoğlu'nun, sahihliğinde ve tevatüründe bu kadar delil bulunan ve ittifak edilmiş olan Hz. İsa'nın nüzulü hadisi üzerinde bile İmam Azam'la buluşamıyor olması, fakat aynı zamanda İmam Azam'la aynı hadis anlayışına sahip olduğunu iddia etmesi abesle iştigaldir.


SONUÇ

İmam Azam Ebu Hanife (R) tarih boyunca hakkında olumlu ya da olumsuz en çok fikir beyan edilmiş İslam alimidir. Ona yukarıda belirttiğimiz ithamları yönelten İslam alimlerinin bir kısmı, düşüncelerinde hata ettiklerini henüz İmam Azam hayattayken fark etmiştir. Bir kısmı ise İmam Azam'dan daha sonra yaşamış olduklarından dolayı İmam Azam'ın içinde yaşadığı şartlara tam olarak vakıf olamadıkları için ona bu tür ithamlarda bulunma ihtiyacı hissetmişlerdir. Biz deriz ki; İmam Azam'ın bid'at fikirler ve fırkalar içinde, şartlar icabı bu denli dikkatli ve temkinli bir anlayış geliştirmesi de; İmam Malik ve İmam Şafii gibi hadis ehli alimlerimizin hadislerden taviz vermeyen sağlam duruşları da İslam akaidi ve istikbali açısından gerekli ve hayırlıdır. Aralarında birtakım reddiyeler sadır olmuş olan bu anlayışlar, ileride ümmete rahmet olarak geri dönmüştür. Ama günümüzde, bu anlayışların aralarında devasa bir çatışma ortamı varmış gibi lanse ederek ve bu çatışma ortamında bazı kişilerin kendi zihniyetlerine aykırı olan tarafı doğrudan haksız bularak hadis kaynaklarına ve hadis ehline olan güveni sarsmaya yönelik çalışmaları dikkatimizden kaçmamaktadır. 

İmam Azam'la alakalı kaynaklar hakkıyla incelenip irdelendiğinde ulaştığımız sonuç şudur: Mustafa İslamoğlu hadis ideolojistlerinin(!) Kur'an'ı anlamakta büyük engeller çıkardığını ve Kur'an'a aykırı bir İslam anlayışı geliştirdiğini, İmam Azam gibi ehl-i reyi itibarsızlaştırma çabasına giriştiğini iddia eder ama vaka bunun tersidir. Zira Mustafa İslamoğlu'nun iddiaları doğru kabul edildiği takdirde, Kur'an'a aykırı bir İslam anlayışı geliştiren çevrelerin zirvesinde İmam Azam Ebu Hanife'nin bulunduğu görülür. 

Mustafa İslamoğlu kendi hadis anlayışını İmam Azam'ınkiyle aynıymış gibi göstererek kendi fikirlerini İmam Azam üzerinden imal etmeye çalışmaktadır. Kendisinin problemli olduğu bazı din alimleri ve bazı anlayışlarla sanki İmam Azam arasında da büyük bir problem varmış gibi lanse etmektedir. Bütün hadis alimlerini aynı kefeye koyup İmam Azam'la aralarında savaş varmış gibi göstererek hadis alimlerine ve hadis kaynaklarına olan güveni sarsmak, ahirette mesuliyeti mucibdir. İmam Azam Ebu Hanife, onun telakki ettiği bu zihniyetten beridir.

İmam Azam hakkında birçok platformda imal-i fikr eden Mustafa İslamoğlu'nun, henüz İmam Azam'ın toplamda 100 sayfayı bulmayan kısacık eserlerine dahi vakıf olmaması kendisi adına devasa bir eksikliktir. Bu şekilde insanlara İmam Azam'ı doğru bir şekilde anlatıp öğretebilmesi bana pek mümkün gelmiyor açıkçası. İnsanları yanlışa sürükleme tehlikesi varken konuşmayıp susabilmek büyük bir erdemdir, zor bir meziyettir. Çünkü beyan, sihirdir...

Yüce Allah, dilediğini hidayete ulaştırır. Allah-u teala'dan niyazımız, bizi sırat-ı müstakim üzere sabit kılması ve kalplerimizi kaydırmamasıdır. Vallahu alem...
Selametle...

DİPNOTLAR
(1) http://www.youtube.com/watch?v=hjdZ6UORTIM 
http://www.youtube.com/watch?v=HRzh_Xjt1Mk 
http://ihsansenocak.com/Content.aspx?ID=92
http://www.youtube.com/watch?v=Ha0tVECjiiM 
(2) Bu konuda İslam tarihindeki ilk yazılı hadis kaynakları olarak başta Abdullah ibn Amr (R)'ın "Sahife-i Sadıka"sı olmak üzere diğer sahabilerin Rasulullah'tan duydukları hadisleri yazılı olarak kaydettikleri kitapçıklar örnek olarak gösterilebilir. Ayrıca bkz: Buhari, İlim 39; Ebu Davud, İlim 3
(3) Muhammed Ebu Zehra, Ebu Hanife, s. 96.
(4) Necm 3-4
(5) http://www.mustafaislamoglu.com/yazar_2129_24_sunnet-tasavvurumuz.html , http://www.youtube.com/watch?v=ehVRbOBJnUQ 
İmam Azam'a yöneltilen eleştirilerin ayrıntılı kritiği hakkında bilgi edinmek için bkz: İmam Muhammed Zahid el-Kevseri - Te'nibü'l-Hatib
(6) Büyük günah işleyenlerin ahiretteki durumları, o dönemde en çok tartışılan konulardan biri olmuştu. Hariciler büyük günah işleyenlerin kafir olacağını söylerlerdi. Mutezile, büyük günah işleyenlerin mü'min ya da kafir olmadığını, ikisi arasında bir mevkide olduğunu söyledi. Mürcie, küfür halinde ibadetlerin fayda etmeyeceği gibi, iman halinde de günahların zarar vermeyeceğini söyledi, hatta bazıları daha ileri giderek "iman kalben tasdikten ibarettir, dil ile ikrar etmeye de gerek yoktur, zahiren puta tapsan da kalben iman ettiğin sürece cennete gidersin." dediler. En doğru görüş İbrahim en-Nehai, Hammad b. Ebi Süleyman, Ebu Hanife gibi Ehl-i Sünnet alimlerin tuttuğu görüştür. Ayrıca bkz: Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal; el-Fıkhu'l-Ekber, Aliyyu'l-Kârî Şerhi, s. 355. vd.
(7) Hakka 45-47
(8) Nur 2
(9) Nisa 15
(10) Nisa 80
(11) Muvaffak el Mekkî, Menâkibü'l İmâmi'l A'zâm Ebî Hanîfe s. 95-96.
Ayrıca İmam Azam'ın hadis anlayışı için bkz: http://ihsansenocak.com/Content.aspx?ID=109
http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2014/08/imam-azam-ve-hadis-sunnet.html
(12) Zebîdî - Ukûdu Cevâhiri'l-Münîfe, s. 1; ayrıca bkz: Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, s. 397.
(13) Ukaylî, ed-Duafa, 1/196.
(14) http://www.youtube.com/watch?v=w7IKc4Rw_eE , ayrıca bkz: 4 no'lu dipnot
(15) et-Temimi, et-Tabakatu'l-seniyye, I, 97
(16) Esad Muhammed Said es-Sağirci, el-Fıkhu’l-Hanefiyyu ve Edilletuhu, Daru’l-Kelimi’t-Tayyib, Dımeşk, 2000, I, 8; Ayrıca bkz. İbn Hacer Heysemî, Hayratu’l-Hısan, s. 33.; Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanîfe, s. 8.
(17) http://www.youtube.com/watch?v=_aDkL8z1Erg, ayrıca bkz: 13 no'lu dipnot
(18) Muvaffak Mekki, Menâkibü'l İmâmi'l A'zâm Ebî Hanîfe s. 394.
(19) İslamoğlu bu alimlerin hangi alimler olduklarını açıklamamaktadır.
(20) www.youtube.com/watch?v=aICO23m3lHA
www.youtube.com/watch?v=SmQQjMnPuig
(21) er-Râzî, Mahsûl, I/III, 460.; eş-Şevkânî, İrşâdu’l-Fuhûl, 313.;  es-Sübkî, İbhâc, II, 227.; Ebu’l-Hüseyin el-Basrî, el-Mu’temed, I, 370.
(22) Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, s. 265.
(23) Buhari, İman, 37; Müslim, İman 1,5,7
(24) Mustafa İslamoğlu - Kader Risalesi Şerhi, s. 105 vd. ayrıca bkz: http://www.youtube.com/watch?v=PhzHH0q3qQ8 
http://www.youtube.com/watch?v=UpXWT4bMB-o
(25) Kettani, a.g.e., 13 İman: "Şeyh Murtaza el-Hüseynî (ö. 1205/1790) ”Ukûdu’l-Cevâhiri’l-münîfe fi Edilleti Mezhebi’l-İmam-ı Ebi Hanîfe” adlı kitabında bu konu ile ilgili altı hadis imamından yada bazı hadis imamlarından  rivayet ettiği hadislerden elde ettiği kadarıyla bu hadise dair sözü tamamlamış ve bu hadisin geliş yollarını ifade eden farklılığı anlatmıştır. Daha geniş  bilgi için bu kitaba başvurabilirsiniz."
ayrıca bkz: Dr. Bekir Tatlı, Hadis Tekniği Açısından Cibril Hadisi ve İslam Düşüncesine Yansımaları, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslami Bilimler Hadis Anabilim Dalı Doktora Tezi, Ankara, 2005 (25) Bunun en temel örneği; namazda Arapça dışında bir dilde kıraat yapma meselesidir. İmam Azam'ın bir dönem için buna kerahetle cevaz vermiş olmasına rağmen müftabih olan görüş İmameyn'in görüşüdür, o da bunun caiz olmadığı yönündedir, fetva buna göredir. Bkz: İmam Serahsî, El-Mebsût, I, 37.
(27) Nisa 157-158-159, Ali İmran 54-55,  Zuhruf 61 ilh.
(28) Kettani, a.g.e., 292 Kıyamet Alametleri
(29) http://www.youtube.com/watch?v=TM2uKaYmNcc



twitter.com/mukallid_
ask.fm/mukallid