21 Temmuz 2015 Salı

İbn Arabî ile İbn Teymiyye İhtilafına Yaklaşımlar - 5 (İmam-ı Rabbânî ve Vahdet-i Şuhûd)

İmam-ı Rabbânî’ye göre; İbn Arabî, seyr-i sülûkta aşılıp geçilmesi gereken vahdet-i vücûd merhalesinde takılmıştır. Onun görüşleri ve algı dünyası da bundan olumsuz etkilenmiştir. Ona göre İbn Arabî’nin yapması gereken, vahdet-i vücûd mertebesini aşıp vahdet-i şuhûd mertebesine yükselmektir. Vahdet-i vücûd görüşü Ehl-i Sünnet itikadına aykırı olsa da vahdet-i şuhûd görüşü Ehl-i Sünnet’e aykırı değildir, Ehl-i Sünnet’in bizatihi kendisidir. Ona göre vahdet-i vücûd tasavvufta saplanılan yanlış bir görüştür. Doğrusu ise vahdet-i şuhûd olmalıdır. İmam-ı Rabbânî bunu şöyle anlatır:

“Tevhîd-i vücûdî, ilme’l-yakîn kabilindendir. Tevhîd-i şuhûdî ise ayne’l-yakîn kabilindendir. Tevhîd-i şuhûdî, tarikatın zorunlulukları arasındadır. Zira fena hali, onsuz tahakkuk edemez. Onunla tahakkuk etmeden de varlığın kendisinin bulunması kolay olmaz. …

“Burada bir misal verelim. Bir kimse, güneşin varlığını görüyor. Güneşi görürken elbette yıldızları göremez. Sadece güneşi görebilir. Yıldızları göremediği zaman, yıldızların var olmadığını söylemesi gerekmez. Yıldızların hala var olduğunu bilir. Lakin onlar kapanmış, güneşin ışığına mağlup olmuştur ve görülemez.

“Bu durumda hali anlatılan şahıs (vahdet-i vücûda inanan şahıs), bir cemaate göre inkar makamındadır. Çünkü güneşi gördüğü zaman yıldızların varlığını inkar etmektedir. “
(1)


İmam-ı Rabbânî’nin verdiği bu veciz örnek, konunun anlaşılması açısından çok değerlidir. Gündüz vakti yıldızları göremeyip sadece güneşi görebilen kişi “Sadece güneş var, ondan başka hiçbir şey yok.” derse, bu vahdet-i vücûd makamına benzer. Allah’tan başka hiçbir şeyin var olmadığına inanma makamıdır ki Ehl-i Sünnet’e aykırıdır. Eğer “Güneş de var, yıldızlar da. Ama ben şu an sadece güneşi müşahade edebiliyorum, yıldızları göremiyorum çünkü güneşin ihtişamı buna engel oluyor.” derse, bu ise vahdet-i şuhûd makamına benzer. Allah ile birlikte mâsivânın da varlığını ve Yüce Rabb’ın Zat’ından ayrı olduğunu ikrardır ki Ehl-i Sünnet’e aykırı değildir. Dolayısıyla İmam-ı Rabbânî, İbn Arabî'nin zuhûrât ve keşif aleminde edindiği müşahadeleri yanlış yorumladığına kânîdir. İbn Arabî zuhûrat aleminde yalnız Allah'ın müşahade edilebildiği makama gelmiş ve müşahadesini yorumlamada yaptığı hata üzerinden bir varlık anlayışı geliştirmiş, Allah'tan ayrı olan alemin varlığını inkar etmiş ve sadece Allah'ın var olduğuna kanaat getirmiştir. İmam-ı Rabbâni'ye göre ise tevhîd, varlıkta (yani vücûdda) değil, ârifin müşahadesinde (yani şuhûdda)dir. Ârif, zuhûrât aleminde yalnız Allah'ı müşahade edebildiği makama geldiğinde, Allah'ın dışındaki maddî/fizikî alemin (mâsivânın) varlığını inkar etmek zorunda değildir. Mâsivâ, Allah'ın varlığından ayrı olarak yine vardır ama ârifin müşahadesi dışındadır.


İmam-ı Rabbânî bir mektubunda şöyle demektedir:

“Bu satırların yazarı (olan ben), önceleri vahdet-i vücûd inancı taşırdım. Küçüklüğümden beri, vahdet-i vücûd hakkında bilgi sahibiydim. Her ne kadar o sıralarda manevî hal sahibi değil idiysem de bu konuda gönlümde vahdet-i vücûda karşı kesin bir inanç taşıyordum. O, maneviyat alemine adım attığımda ilk önce vahdet-i vücûd yolu önüme açıldı ve uzun süre bu makamın derece ve kademelerinde dolaştım. O makama uygun olan pek çok bilgiyi elde ettim. Vahdet-i vüdûd erbabının üzerine inen zorluklar, haller bu manevi açılışların ve bilgilerin akımı ile çözüldü. Bir süre sonra bana başka bir bağlantı (ilişki) hakim oldu. O bağlantı bana hakim olduğu sırada vahdet-i vücûd hakkında bana bir duruş geldi. Fakat bu duruş, vahdet-i vücûda hüsnüzan halinde olup onu inkar şeklinde değildi. Bir süre sonra o duruş halinde kaldım. Sonunda mesele vahdet-i vücûdu reddetme noktasına ulaştı. Vahdet-i vücûd derecesinin daha aşağı derece olduğu bana gösterildi ve ondan daha üstün olan gölgelik makamına ulaştırıldım.

“Bu reddetme meselesinde benim iradem yoktu. Namlı şanlı şeyhlerin bile üzerine çadırlarını kurdukları bu vahdet-i vücûd makamından dışarı çıkmayı istemiyordum. Ama o gölgelik makamına ulaşınca kendimi ve kainatı gölge gördüm. O zaman kendimin bu makamdan ayrılmamamı arzu ettim. Çünkü bu yüceliği ancak vahdet-i vücûdda zannediyordum. Genel yapısıyla bu makam da onunla ilgiliydi, ama takdir-i ilahi sonsuz bir lütuf ve bu fakiri koruma keremiyle beni bu makamdan da alarak yukarı götürdü ve kulluk makamına ulaştırdı. O zaman bu makamın yüceliği gözler önüne serildi ve açıkça belirginleşti de o geçmiş makamlardan tevbe ve istğfar etmeye başladım. Eğer bu acizi o yola kadar götürmeyip de bir makamın diğer makam üzerine üstünlüğünü göstermeseydi o zaman bu makamı bir düşüş sayardım. Çünkü bana göre vahdet-i vücûddan daha üstün bir makam yoktu.”
(2)


Bu suretle anlattığına göre İmam-ı Rabbânî, bir zamanlar kendisi de vahdet-i vücûd inancına saplanmıştı ve bu makamı ulaşabileceği en üst mertebe sanmaktaydı. Ama Allah’ın lütfu keremiyle ve yardımıyla bu makamı aşmıştı, vahdet-i şuhûd makamına yükselmişti. Yükseldiği makamda ise sahih itikadın vahdet-i vücûd olmadığına, Ehl-i Sünnet alimlerinin anlattığı itikad olduğuna şahit olmuştu.


Ebu’l-Hasen en-Nedvî merhum, el-Ubûdiyye isimli kitabından yola çıkarak İbn Teymiyye’nin de vahdet-i şuhûd görüşünü tanıdığını ve müridlerin tarikatta manevi dereceler elde etmeleri sırasında bu makamla karşılaştıkları gerçeğini bildiğini söyler. Ona göre İbn Teymiyye, vahdet-i şuhûd makamını, peygamberlerin ve onlara doğrudan bağlı olan sahabelerin makamından aşağıda, ama vahdet-i vücûd makamından yüksekte görmektedir. (3)


Aynı şekilde, son dönem otoritelerinden Muhammed Zâhid el-Kevserî, bu meseleyle alakalı olarak şunları söyler: 

"Vahdet-i vücûd, onu açıklığa kavuşturmak için ortaya konulan her gayretin zayi olduğu bir mevzudur. Hep müşahade edilegeldiği gibi, bu mevzunun derinliğine girenlerin ekseriyeti zararlı çıkmıştır. Bilindiği gibi şeriata bağlı kalanların tuttuğu yol, vahdet-i şuhûddur." (4)


İmam-ı Rabbânî, İbn Arabî hakkında ise şunları söylemektedir:

“Bu fakir, Şeyh Muhyiddin ibn Arabî’yi Allah katında makbul kimselerden kabul eder. Fakat onun, (halkın inançlarına ve Kur’an ile sünnetin zahirine aykırı olan) görüşlerini yanlış ve zararlı kabul eder. İnsanlar onun hakkında ifrat ve tefrit yolunu seçti de orta yoldan uzak kaldılar. Bir grup insan Şeyh’e dil uzatarak onu kötüledi. Onun marifet ve hak olarak gösterdiklerini yanlış gösterdi. Başka bir grup insan da Şeyh’i eksiksiz kabul ederek, ona tam uyarak, onun tüm marifet ve hak gösterdiklerini de başları üzerine koydu. Delillerle onların doğru olduğunu ispatlamaya çalıştılar. İki grubun da ifrat ve tefrit yollarını seçip orta yoldan uzaklaştıklarında şüphe yoktur.

“Ne tuhaftır ki Muhyiddin ibn Arabî’nin hak yolunda değerli kimselerden olduğu gözükse de, onun pek çok marifet ve hak yolda olanlara ters düşen görüşleri yanlış ve hatalı görünmektedir.”
(5)


İmam-ı Rabbânî’ye göre İbn Arabî’nin hataları, keşif hatalarıdır. Keşfe dayanan hata, müçtehidin hatası gibidir ve hatanın sahibi ayıplanmaz, mazur görülür. Lakin bu ikisinin mukallidleri arasında bir fark vardır. Müçtehidin mukallidi, sorumluluktan kurtulmuştur. Müçtehide uymakla hesaba çekilmeyecektir. Keşif ehlinin mukallidi ise hatalı kişiye uyduğu için hesaba çekilecektir. Çünkü keşif ehlinin hatalarını taklid etmek, sorumluluğu kaldırmaz. (6)


İmam-ı Rabbânî, o zamanlarda vahdet-i vücûd inancı taşıyan birçok Sûfî’nin içi boş kuru bir mukallidlik hevesiyle hareket ettiğini, bir kısmının içine zevk ve meşrep katılan kuru bilgiyle hareket ettiğini, bir kısmının ise doğrudan doğruya dalalet ve zındıklık sebebiyle vahdet-i vücûd inancı taşıdıklarını gözlemlediğini söyler. Onların, bir oyunla ve düzenbazlıkla şeriatın kendilerine yüklediği sorumluluklardan kurtulmaya çalıştıklarından bahseder. (7)


Kendisinden, Şeyh Abdülkerîm Yemenî’nin “Allah gaybı bilmez.” sözüne cevap vermesini isteyen Molla Hasan Keşmirî’ye yazdığı cevapta da şunları söyler:


“Ey Mahdum, bu fakirin o gibi ("Allah -hâşâ- gaybı bilmez." gibi) cümleleri dinlemeye asla tahamülü yoktur. Elimde olmadan böyle şeyleri duyunca Fârukî damarım kabarıyor. (8) O derecede ki, düşünmeye bile mecalim kalmıyor. Tevil ve tevcihe dahi yer yok. Ama bu söz kimden gelirse gelsin; ister Şeyh Abdülkerîm Yemenî’den, isterse Şeyh Muhyiddin ibn Arabî’den…

“Bizim Fusûs’a (İbn Arabî’nin kitabına) değil, nüsûsa (Kur’an ve Sünnet’e) tutunmamız gerekir. Fütûhât-ı Medeniyye (Medine şeriatı), bizim için Fütûhât-ı Mekkiyye’den daha yeterlidir.
(Yani Rasulullah’ın vahyi, İbn Arabî’nin keşfinden yeterlidir.) (9)


                         

Birçok alim, vahdet-i vücûd nazariyesinin ümmet üzerinde oluşturduğu tahribata engel olmak adına çaba harcamıştı. Lakin onlar genellikle zâhir ehli alimler oldukları için, etkileri izole bir yapıya dönüşmüş olan tekkelerin içinde hissedilemedi. Vahdet-i vücûd akımının önünü kesmede İmam-ı Rabbânî’yi bu denli başarılı kılan en büyük saikler, tasavvufun içinden ve hatta zirvesinden meseleye el atmış olması, yola çıkış noktasının Kur’an ve Sünnete dayanması ve hiç şüphesiz imanı, ihlası, Allah katındaki değeri ve samimiyetidir.


İmam-ı Rabbânî’nin Muhyiddin ibn Arabî ve vahdet-i vücûd konusundaki duruşu, bugün Selefîsi ile, Sûfîsi ile tüm Ümmet-i Muhammed’e örnek olması gereken bir tavırdır. Şahısları bayraklaştırmanın da, şahısları tekfir etmenin de hiçbir faydası olmadığı gerçeğinden yola çıkarak, başta Ashab-ı kiram, Tabiin ve Tebe’ü’t-tabiin olmak üzere istikamet ve itidal sahibi Ehl-i Sünnet alimlerinin Kur’an ve Sünnet’ten çıkardıkları sahih İslam çizgisine bağlanmak, bu çizgiye aykırı düşen görüş ve düşünceleri, şahısları tekfir ve kitleleri rencide etmeden reddetmek, bizlerden sadır olabilecek en makul duruş olsa gerektir.


Bir sonraki yazıda, muhtelif meşreplerden alimlerin İbn Arabî ve İbn Teymiyye ihtilafına yaklaşımları üzerinde duracağız inşallah…




Dipnotlar


(1) 43. Mektup


(2) 160. Mektup


(3) Risâlet el-Ubûdiyye, s. 85-88’den naklen Ebu’l-Hasen en-Nedvî, İmam-ı Rabbânî, s. 302 vd.

(4) Mukaddimâtu'l-İmam el-Kevserî, s. 554
(5) 266. Mektup


(6) 31. Mektup


(7) 43. Mektup


(8) İmam-ı Rabbânî hazretleri, Hz. Ömer efendimizin 28. kuşaktan torunu oluşuna telmih yapıyor. "Farukî damarım kabarıyor." cümlesiyle de bu tür görüş ve sözlerle karşılaştığında elinde olmadan hiddetlendiğini anlatıyor.


(9) 100. Mektup

14 Temmuz 2015 Salı

İbn Arabî ile İbn Teymiyye İhtilafına Yaklaşımlar - 4 (İbn Teymiyye'nin Eleştirileri)

Muhyiddin ibn Arabî, vahdet-i vücûd düşüncesinden dolayı gerek zâhir ehli, gerekse bâtın ehli birçok alim tarafından eleştirilmiştir. Vahdet-i vücûdu merkeze koyarak buradan yola çıktığı görüşleri de ayrı tartışmalara sebebiyet vermiştir. Kitaplarındaki aykırı ifadelerden bir kısmı şunlardır:

“Hz. Musa zamanında buzağıya tapanlar aslında Allah’ın kendisine tapmışlardı. Musa (as.), Harun (as.)’a tokat atmıştı. Bu, onların buzağıya tapmasına Harun (as.)’un karşı çıkmasındandı. (Çünkü varlık tek olduğuna göre buzağıya tapmak, gerçekte Allah’a tapmak demekti.) Onlara göre Musa (as.) her şeyde Hakk’ı gören ve Hakk’ı her şeyin aynı kabul eden ariflerden biriydi.” (1)

“Yine Muhyiddin ibn Arabî’ye göre Firavun, ‘Ben sizin yüce rabbinizim.’ sözünde haklıydı. Hatta hakkın ve doğrunun ta kendisiydi. Çünkü Firavun, yaratılıştan gelen devlet makamına sahipti. Bu yüzden Firavun, yerinde olarak, ‘Ben sizin yüce rabbinizim.’ dedi. Herkes (vahdet-i vücûda göre) şöyle ya da böyle bir ölçüde Rabb olduğuna göre ‘Ben hepsinden üstünüm, çünkü bana sizi idare etme ve size hükmetme yetkisi verilmiştir.’ demekteydi. (2) Firavun’un sözünde doğru olduğunu anlayınca sihirbazlar ona karşı çıkmadılar. Hatta onun sözünü kabul ederek dediler ki: ‘Şüphesiz sen dünya hayatında hüküm verebilirsin.’ (Tâhâ 72) Bu bakımdan Firavun’un ‘Ben sizin en yüce rabbinizim.’ demesi yerinde idi.” (3)

“Nuh, kavmini hile ile çağırdığından onlar da hile ile gelmişlerdir. … Nuh’un milleti, yapığı hile ile ‘Tanrılarınızı terk etmeyin, Vedd’i, Yegus’u, Yauk’u, Nesr’i Suva’yı bırakmayın.’ dediler. Onlar putları terk ettiğinde, onlardan vazgeçişleri nispetinde Allah’tan gafil kaldılar. (O putperestler aslında sadece Allah’a ibadet etmişlerdi.) Çünkü Allah’ın her tapınılanda bir yüzü vardır.” (4)

Muhyiddin ibn Arabî’nin, vahdet-i vücûd düşüncesinden yola çıktığı bu görüşleri, elbette tevhid esasına dayalı sahih İslam itikadına aykırıdır.

Takiyyüddin İbn Teymiyye, bu görüşlerle ilgili şunları söyler:

“Putlara tapanların, bu putları bıraktıkları ölçüde hakkı terk etmiş olacaklarını söyleyenler, Yahudi ve Hristiyanlardan daha kafirdirler.” (5)

“Bu (İbn Arabî); İbn Sebin, Konevî, Tilimsânî ve benzerlerinden İslam’a daha yakındır. Daha yakın olanın küfrü Yahudi ve Hristiyanların küfründen daha büyükse, İslam’dan daha uzak olanların küfrü nasıl olur?” (6)

“(Vahdet-i vücûdcular) Yahudi ve Hristiyanların akidelerini onaylamakta ve putlara tapanları hak üzere gördükleri gibi onların da hak üzere olduklarını söylemektedirler. Halbuki bu batıl akidelerin her biri diğerinden daha büyük küfürdür.” (7)

“Bunların söyledikleri Hristiyanların söylediklerinden daha kötüdür. Tıpkı Hristiyanların söylediklerindeki çelişkiler gibi çelişkiler içerir. Bu nedenle bazen hulul, bazen ittihad, bezen vahdet-i vücûd akidesini dillendirirler. Bu, kendi içinde bile çelişkileri olan bir görüştür. Onların görüşlerini anlamayan kişiler hak ile batılı karıştırabilirler. Bunların tamamı bütün Müslümanların icması ile zahir ve batın olarak kafirdirler.” (8)

Bu ağır ifadelerin yanı sıra İbn Teymiyye’nin, şahısları tekfir etmekte ihtiyatlı davrandığına dair bilgiler de mevcuttur:

“Bu anlamların hepsi, el-Fusûs isimli kitabın sahibinin sözleridir. Bu kişinin hangi akide üzere öldüğünü Allah Teâlâ bilir.” (9)

“Onların son nefeslerinin hangi şey üzerine verildiğini ancak Allah bilir. Allah Teâlâ bütün Müslümanların erkeklerini, kadınlarını, ölüsünü, dirisini bağışlasın.” (10)

Tüm bu ifadelerin yanı sıra İbn Teymiyye’yi sık sık imam ve şeyhülislam olarak tavsif eden Ebu’l-Hasen en-Nedvî merhum; İbn Arabî’nin Fütûhâtü’l-Mekkiyye, Metâli’ en-Nücûm gibi kitaplarında pek çok güzel ilmî değerler ve incelikler olduğunu bizzat İbn Teymiyye’nin de itiraf ettiğini söyler. (11)

Yine İbn Teymiyye’nin, Muhyiddin ibn Arabî’ye bağlılığıyla bilinen Şeyh Nasr el-Müncebâ’ya yazdığı mektubundaki şu ifadeleri şaşırtıcıdır:

“Bu kişilerin içinde Muhyiddin ibn Arabî, İslam’a en yakın olanıdır. Onun sözleri pek çok yerde nispeten daha iyidir. Çünkü o görüntü ile görünen (zâhir ile mezâhir) arasında fark gözetmektedir. Emir ile yasağı ve dinî kanunlarla hükümleri kendi yerlerine koymaktadır. Mürşidlerin ısrarla üzerinde durduğu ibadet ve ahlakî davranışları benimsemeyi tavsiye etmektedir. Bu bakımdan pek çok âbid ve tarikat ehli onun sözleriyle tarikatta manevî mertebeler kazanmaktadır. Her ne kadar onun anlattığı gerçeği tam olarak anlamasalar da içlerinden bu gerçekleri anlayanlar ona uymaktadırlar. Onun sözlerinin hakiki manası böylece onlara anlaşılır hale gelmektedir.” (12)

İbn Teymiyye’nin diğer ifadeleriyle taban tabana zıt olan bu ifadeler, onun İbn Arabî’ye bakışı konusunda değerli fikirler vermektedir. Benim yaptığım araştırmalar bende şu görüşü hasıl ediyor: İbn Teymiyye, İbn Arabî’nin Fusûsü’l-Hikem kitabına muttali olana kadar İbn Arabî’ye karşı ihtiram beslemekteydi ve ona karşı cephe almamıştı. Fusûs kitabına muttali olduğunda, içindeki sahih İslam itikadına aykırı ifadeleri sert dille eleştirmeye başladı. Fakat bu konudaki son görüşü de, şahısları ve isimleri tekfir etmekte fevrî davranmayıp ihtiyatı elden bırakmamaktı. İbn Teymiyye de 
Mecmûatü'r-resâili'l-mesâil adlı eserinde: (13) "Ben evvelce İbn Arabî hakkında hüsn-i zan ve ta'zîm edenlerden idim, çünkü el-Fütûhâtü'l-Mekkiyye, Metâli'ü'n-Nücûm, ed-Dürretü'l-Fâhira, el-Muhkemü'l-Merbût gibi kitaplarında faideli şeyler görmüştüm, fakat hakiki maksadına muttali olmamış, Fusûs'u gibi eserlerini henüz okumamıştım." cümleleriyle Fusûs'u okuyuncaya kadar İbn Arabî'ye hüsn-ü zan beslediğinden bahseder.

Burada, Muhyiddin ibn Arabî’nin eserlerine yönelik bazı desiseler ve tahrifat iddialarını gündeme getirmekte fayda görüyorum. İbn Arabî’nin eserlerine ileri düzeyde vukûfiyetiyle tanınan İmam Abdülvehhab Şa’rânî, Fütuhâtü’l-Mekkiyye’yi “Levâkıhu’l-Envâri’l-Kudsiyye” ismiyle ihtisar etmişti. Daha sonra onu da “Kibrîtü’l-Ahmer” ismiyle tekrar ihtisar etti. Bu süreçte yaşadığı bir olayı şöyle anlatır İmam Şa’rânî:

“Fütuhât’ı ihtisar ettiğim (özetlediğim) sıralarda, Ehl-i Sünnet itikadına aykırı birtakım görüşlerle karşılaştım ve durakladım. Kitaptan çıkarmak istedim. Fakat tereddütten kendimi kurtaramadım. Nihayet bir gün Mısır’ın tanınmış alimlerinden Seyyid Ebu’t-Tabîbü’l-Medenî ile karşılaştım ve bu tereddütümü söyledim. Kendisi hemen cebinden bir kitap çıkardı. Bu eser, Konya’da Muhyiddin ibn Arabî’nin el yazısı ile yazılmış olan nüshadan kopya edilmişti. Esere baktım. Kitabımdan çıkarmak istediğim cümlelerin hiçbirini orada göremedim. O vakit anladım ki, Mısır’da elden ele dolaşan Fütuhât-ı Mekkiyye nüshalarının hepsi Şeyh Muhyiddin ibn Arabî’nin Ehl-i Sünnet inancına muhalif olduğunu göstermek ve kendisini halkın nazarından düşürmek için yazılmış birtakım iftiralarla dolu nüshalardır. Nasıl ki, kendilerinin Fusûsü’l-Hikem ve diğer nüshalarının da böyle karıştırılmış olduğu esefle görülmüştür.” (14)

Muhyiddin ibn Arabî’nin hangi görüşleri sonradan uydurulmuştu ve onun eserlerine sokuşturulmuştu, bu konunun açıklığa kavuşması için ciddi bir tahkikât çalışması yapılması gerektiği, izahtan varestedir.

Muhyiddin ibn Arabî’nin eserlerinde, kendisinden yukarıda naklettiğimiz görüşlere ters olan ve esasen Ehl-i Sünnet’le çelişmeyen görüşler de variddir. Faraza İbn Arabî’nin “Yaratıcı ile yaratılmış, hiçbir surette birleşmez. Rabb Rabb’dır, kul da kuldur.” (15) ifadesi, İbn Arabî’nin sanıldığı gibi bir vahdet-i vücûd anlayışına sahip olmadığını savunanlarca sık sık delil olarak getirilir.

Yine İbn Arabî, şöyle demektedir:

“Âlem, Allah Teâlâ dışındaki şeylerden ibarettir. Var olsun ya da olmasın varlığı mümkün olan her şey, tabiatı itibariyle Vâcibu’l-Vücûd olan Allah Teâlâ’yı bilmenin alametidir. Zira alemin hakikati onun yok olacak bir araz olduğunu göstermektedir. Nitekim ‘Onun zatından başka her şey yok olacaktır.’ (Kasas 88) ayeti ile Allah Rasulü (sav.)’in “Arab’ın söylediği en doğru şiir, şair Lebid’in ‘Dikkat edin Allah Teâlâ’dan başka her şey batıldır.’ şiiridir.” hadisi de alemin yok olacağı gerçeğini belirtmektedir.” (16)

Bu ifadeler, İbn Arabî’den yukarıda naklettiğimiz vahdet-i vücûdcu ve Allah’tan başka hiçbir şeyin aslında var olmadığını belirten görüşlere terstir ve esasen Ehl-i Sünnet itikadına aykırı değildir.



Dipnotlar:

(1) Fusûsü’l-Hikem, Harun Fassı, s. 96

(2) Ebu’l-Hasen en-Nedvî, İmam-ı Rabbânî, s. 297

(3) Fusûsü’l-Hikem, Musa Fassı, s. 222

(4) Fusûsü’l-Hikem, Nuh Fassı, s. 36

(5) Mecmu’u’l-Fetâvâ, 2/83

(6) Mecmu’u’l-Fetâvâ, 2/85

(7) Mecmu’u’l-Fetâvâ, 2/86

(8) Mecmu’u’l-Fetâvâ, 2/223

(9) Mecmu’u’l-Fetâvâ, 2/284

(10) İbn Teymiyye’nin, Şeyh Nasr el-Müncebâ’ya mektubu, Cilâu’l-Ayneyn, s. 257

(11) Ebu’l-Hasen en-Nedvî, İmam-ı Rabbânî, s. 293

(12) İbn Teymiyye’nin, Şeyh Nasr el-Müncebâ’ya mektubu, Cilâu’l-Ayneyn, s. 257


(13) a.g.e., 1/171, ayrıca bkz: Ömer Nasuhi Bilmen, Tabakâtü'l-Müfessirîn, 2/510

(14) el-Yavâkıt ve’l-Cevâhir, s. 16; Mahir İz, Yılların İzi, s. 229

(15) Fütûhâtü’l-Mekkiyye, 3/377

(16) Fütûhâtü’l-Mekkiyye, 3/443

7 Temmuz 2015 Salı

İbn Arabî ile İbn Teymiyye İhtilafına Yaklaşımlar - 3 (Vahdet-i Vücûd Nazariyesi)

Tasavvuf tarihinde, belki de İslam tarihinde, en çok tartışılmış ve gündem oluşturmuş meselelerden biri: Vahdet-i vücûd.

Muhyiddin ibn Arabî’ye atfedilen bu nazariyenin, tek seferde okunarak anlaşılabilecek yalın bir tarifi hâlâ yapılabilmiş değildir. Kelime anlamı “varlığın birliği”dir. Muhyiddin ibn Arabî’nin “vahdet-i vücûd” tabirini kullanmadığı sanılmakla birlikte, ilk kez kullananların, Muhyiddin ibn Arabî’nin görüşlerini nakil ve şerh eden talebe ve şârihleri olduğu sanılmakta. (1) Muhyiddin ibn Arabî’nin kullandığı “ehle’l-keşf ve’l-vücûd” tabirinin de bu bağlamda kullanıldığı tahmin edilir. (2)

Hicrî 7-10. asırlarda vahdet-i vücûd nazariyesi; çok geniş coğrafyalarda yayılma imkanı bulmuş. Özellikle Hindistan’da, Ortadoğu’da ve Arap yarımadasında yayılıp ilerlemiş. Tarikatların ve tekkelerin büyük çoğunluğunu etkilemiş. O dönemde yaşamış bazı zâhir ehli ulemanın nazarında İslam dünyasını ifsâd etmiş, birçok insanın dalaletine ve sapmasına yol açmış. Bu yüzden de şiddetli tenkitlere maruz kalmış. Tâ ki 11. yüzyılın başında İmam-ı Rabbânî (k.s.) vahdet-i vücûd nazariyesini tarihe gömerek vahdet-i şuhûd nazariyesini yerleştirene kadar…

Vahdet-i vücûd, bir varlık teorisidir. Buna göre varlık tektir, parçalanma kabul etmez. Tek olan varlık da Vâcibu'l-vücûd olan Cenâb-ı Hakk'ın varlığıdır. Cenâb-ı Hakk'ın dışında bir varlık hakikatte yoktur. Muhyiddin ibn Arabî, vahdet-i vücûdu şöyle anlatır: “Varlık birdir, o da Hakk’ın varlığıdır.” (3) Bizim müşahade edebildiğimiz bu alem ise, mutlak varlığın (yani Hakk’ın varlığının), sonsuz mertebelerde zuhuru, tecellisi, tenezzülüdür. Buna göre alem ile yaratıcı arasında bir ayniyet ilişkisi vardır.

Ebu’l-Hasen en-Nedvî merhum, vahdet-i vücûd görüşünün açıklayıcısı, aktarıcısı, İbn Arabî’nin eserlerinin dalgıcı ve derinliklerini tanıyan biri olarak nitelendirdiği Allâme Abdülalî’nin vahdet-i vücûd görüşü hakkında şunları söylediğini nakleder:

“Allah Teâlâ’dan başka var olan her şey şuûnât ve teayyünât alemidir. Şuûnat ve teayyünâtın hepsi de Allah’ın görüntüleridir. O, onlar içine tecelli etmekte ve onların içine sirayet etmiş, girmiş bulunmaktadır. Onun sirayet edişi, hulûlcülerin inandığı gibi bir sirayet değildir. …

“Allah Teâlâ’nın ismi herhangi bir görüntü olmadan tecelli etmez. O mübarek isim, ister tenzihi olsun ister teşbihi olsun. İsimler görüntülere bağlı olduğundan ve görüntüler olmadan da onun yüceliği kavranamadığından, bütün kaynaklar onun görüntüleri olsun, onun adlarının yüceliği de tam olarak ortaya çıksın diye Allah Teâlâ kainatın kaynaklarını var etmiştir. …

“Kim, ‘Bir Allah vardır, bir de Allah’tan başka, olması ile olmaması eşit olan yaratıklar alemi vardır.’ diye iki ayrı varlığa inanırsa bu şirk koşmaktır ve onun bu şirki, şirk-i hafidir (gizli şirktir). Kim ki bir tek varlığa inanır ve ‘Sadece Allah’ın varlığı vardır, ondan başka ne varsa Allah’ın görüntüleridir, görüntülerin çokluğu ise onun birliğine aykırı değildir.’ diye inanırsa, işte o kişi birleyici (muvahhid)dir.

“Sen Hakk’ın aynı değilsin. Çünkü Hakk Teâlâ mutlak varlıktır. Sen ise onun varlığıyla şartlı ve belirlenmiş varlıksın. Belirlenmiş bir varlık da hiçbir şekilde mutlak varlığın aynısı olamaz. Evet şu var ki, sen kendi varlığınla hakkın kendisisin. Hakk Teâlâ sende belirlenmiştir. Sen Allah’ı yerleştiği yerde tecelli ediyor görürsün.”
(4)

Görüldüğü üzere vahdet-i vücûd nazariyesini en yalın anlatımlardan dahi anlamak oldukça güçtür. İmam Rabbânî vahdet-i vücûdu (ya da tevhîd-i vücûdî) şöyle anlatır:

“Tevhîd-i vücûdîde mutlaka ayniyete kail olmak vardır. Tıpkı Şeyh Muhyiddin b. Arabî ve ona tabi olanların dediği gibi... Ayniyete kail olmak, maazallah, bu alemin, yaratıcısı ile birleşik olduğu manasına değildir. Elbette şu manayadır: Bu alem yoktur, var olan sadece Yüce Mukaddes Vacibu’l-vücûd’dur.” (5)


Kısaca şöyle özetleyebiliriz: Vahdet-i vücûda göre; var olan sadece Allah’tır. Allah’tan başka hiçbir şey hakikatta ve hariçte yoktur. İnsanın müşahade edebildiği/algılayabildiği bu alem ise vahid olan Zât’ın tecelli ve zuhur mertebeleridir, yani bir nev'î O'nun ayna görüntüleri mesabesindedir ve görüntülerin hariçte bir varlığı yoktur. Bu ise, Allah’ın diğer varlıklarla birleşmesi, özdeşleşmesi anlamına gelen hulûl kabilinden olmayıp, diğer varlıkların aslında yokluğu ve mutlak varlık olan Zât'ın ayna görüntülerinden ibaret olması kabilindendir.

İmam-ı Rabbânî (k.s.) bir mektubunda konuyla ilgili şunları söyler:

“Onlar, vahdet-i vücûdculuğa inanmaktadırlar. Hariçte sadece tek bir varlığın olduğunu düşünmektedirler. O da Hakk’ın Zât’ıdır. Kainatın hariçte kesinlikle hiçbir varlığı yoktur, Hakk’ın Zât’ının dışında olan şeyler (=a’yân-ı sâbite) var olmanın kokusunu bile almamıştır, demektedirler.” (6)

Vahdet-i vücûd (ya da tevhîd-i vücûdî) nazariyesinin yanlışlığını İmam-ı Rabbânî (k.s.) şöyle açıklar:

“Yüce Mukaddes Zât’ın gayrını (Allah’tan başka diğer varlıkları) nefyeden (yok sayan) tevhîd-i vücûdî, akla ve şeriâta aykırıdır.” (7)

“Sofiyye, Yüce Hakk’tan ayrı olan varlığı, ayrı oluşuyla birlikte kabul etmedikçe şirkten kurtulamazlar. Mâsivâ (yani yaratılmışların tümü), Yüce Hakk’ın zatından ayrı şeylerdir. Onlar anlasa da anlamasa da durum budur.” (8)

Yine İmam-ı Rabbânî, Bahaüddin Şah-ı Nakşibend (k.s.) hazretlerinden şöyle nakleder:

“Hace Bahaeddin Nakşibend hazretleri şöyle anlattı: Her ne ki müşahade edilir (algılanır), işitilir, bilinir; o şey Yüce Hakk’tan ayrıdır. Hakikatta, bu düşüncenin (vahdet-i vücûdun) tek bir kelime ile reddedilmesi gerekir: LÂ…” (9)

Vahdet-i vücûd nazariyesine şiddetli tenkitler yöneltenler, genellikle bu düşünceyi dışarıdan müşahade eden zâhir ehli alimler olmuştur. Onlardan bazıları: Hâfız İbn Hacer Askalânî, Allâme Sehâvî, Ebû Hayyân, Şeyhülislam İzzeddîn ibn Abdisselâm, Ebû Zür’a, Siraceddin el-Bülkinî, Molla Aliyyü’l-Kârî, Allâme Saadüddin Taftazânî, ilh... Aynı şekilde vahdet-i vücûd nazariyesi, Alâüddevle-i Simnânî, Abdülkerîm el-Cîlî gibi tasavvuf ehli zatlar tarafından da şiddetli eleştirilere maruz kalmıştır. Hatta Şeyh Abdullah b. Ebubekir el-Hadramî, Abdullah Sirâceddin gibi mutasavvıfların, kendi çocuklarına İbn Arabî'nin kitaplarını okumayı yasakladığı, elimizdeki bilgilerdendir. 


Bizim daha çok İmam-ı Rabbânî hazretlerinin eleştirilerinden alıntı yapmaktaki maksadımız, onun da bizzat tasavvufun içinden ve zirvesinden yöneltilen eleştirilerini müşahade ederek İslâm’ın temel umdelerini rencide etmeden vahdet-i vücûda karşı doğru bir duruş sergileyebilmek. Çünkü İmam-ı Rabbânî, vahdet-i vücûdu reddederken, diğer zâhir ehli ulema gibi dinî ve şer'î saiklerle hareket ederken, öte yandan işin tasavvufî ve seyr-i sülûk açısından yaklaştığı vechesiyle de vahdet-i vücûd görüşünün yanlış olduğunu savunur.

Bir sonraki yazıda, vahdet-i vücûd nazariyesine ve İbn Arabî’ye karşı İbn Teymiyye’nin ve İmam-ı Rabbânî’nin tutumlarını mukayese edeceğiz inşallah…



Dipnotlar:

(1) TDV İslâm Ansiklopedisi, 42/431

(2) Fütûhâtü’l-Mekkiyye, 1/99,320,347

(3) TDV İslâm Ansiklopedisi, aynı yer.

(4) Allâme Abdülalî, Vahdet-i Vücûd Risalesi, s. 29-56’dan naklen Ebu’l-Hasen en-Nedvî, İmam-ı Rabbânî, s. 291 vd.

(5) 272. Mektup

(6) 160. Mektup

(7) 43. Mektup

(8) 272. Mektup

(9) 31. Mektup

2 Temmuz 2015 Perşembe

İbn Arabî ile İbn Teymiyye İhtilafına Yaklaşımlar - 2 (Eleştirilen Görüşleri)


Dizinin ikinci yazısında, bahis mevzuu olan iki zatın eleştiriye hedef olmuş görüşlerinden kısa iktibaslar yapmayı uygun gördüm. Burada paylaşılacak olan görüşler üzerinden şahısları itham etmenin ve çatışmacı bir tavır takınmanın doğru olmadığı, ilim ve izanla bağdaşmayacağı kanaatindeyim. Zira tarih boyunca onlarca alim, abid, zahid, bu iki zatın zikredeceğimiz görüşleri hakkında birbirinden farklı tutumlar sergilemiştir ve gelinen noktada bu görüşlerinden dolayı bu zatlara dışlayıcı ve çatışmacı bir yaklaşımla yaklaşmanın faydadan çok zarar vereceğini düşünüyorum. Hiçbir insanın hatadan korunmuş olmadığı ve bahsettiğimiz iki zatın da hata yapmalarının mümkün olmak zorunda olduğu akıllardan çıkarılmamalıdır.

TENZİH - TEŞBİH MESELESİ

Ehl-i Sünnet akaid imamlarına göre Müslümanların ilah tasavvuru, mutlak tenzihe dayanır. Buna göre Allah, noksan sıfatlardan mutlak surette münezzehtir, tenzih edilmelidir. Allah’ın eşi, benzeri, dengi, hiçbir surette ve hiçbir şartta yoktur, olamaz. (1) Allah-u teala, yarattığı varlıkların özellikleriyle vasıflandırılmaktan berî ve münezzehtir, diğer varlıklara akla gelebilecek hiçbir açıdan benzemez/benzetilemez. Kendisini Ehl-i Sünnet’e nispet eden (Selefîlik ve Sufîlik dahil) tüm kesimlerin ihtiram ettiği ve Ehl-i Sünnet akaidinin en temel metinlerinden birinin müellifi olan İmam Tahavi hazretleri, bu konuyla ilgili şunları söyler:

“Şüphesiz Allah tektir ve onun hiçbir ortağı yoktur. Onun hiçbir misli yoktur. Hiçbir şey onu aciz bırakamaz. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. Öncesi yoktur, kadimdir. Sonrası yoktur, daimdir. Onun sonu gelmez, yok da olmaz. Ancak onun irade ettiği gerçekleşir. Vehimler ona erişemez, anlayışlar onu idrak edemez. O yarattıklarına benzemez. … Allah’ı beşere özgü manalardan/özelliklerden birisiyle vasıflandıran kimse kafir olur. Bunu basiretle idrak eden kimse, gerekli dersi çıkartır, kafirlerin sözleri gibi sözler söylemekten kaçınır ve bilir ki; O (c.c.) sıfatları bakımından beşer gibi değildir. … Nefiy ve teşbihten sakınmayanın ayağı kayar ve tenzihi bulamaz. Rabbimiz celle ve ala, vahdaniyet sıfatlarıyla sıfatlanmış, ferdaniyet özellikleriyle vasıflanmıştır. Yarattıklarından hiçbiri onun özelliğine sahip değildir. O, sınırlardan, gayelerden, erkan ve azalardan, araç gereçlere ihtiyaç duymaktan yüce ve münezzehtir. Sonradan var olanların diğerlerini kuşattığı gibi altı yön onu kuşatamaz.”(2)

Bu cümlelerle İmam Tahavi, Ehl-i Sünnet akidesinin mutlak tenzihe dayandığını, Allah Teala’nın sıfatlarını ispat ettikten sonra Allah'ı beşere mahsus vasıflardan herhangi biriyle vasıflandırmaktan, sonradan yaratılmış herhangi bir varlığa herhangi bir açıdan benzetmekten mutlak surette kaçınmak, yani tenzih etmek gerektiğini vurgulamış oluyor. “Nefiy ve teşbihten sakınmayanın ayağı kayar ve tenzihi bulamaz.” cümlesiyle bu konudaki son sözü söylüyor.

Muhyiddin ibn Arabi ile Takiyyüddin ibn Teymiyye arasındaki şaşırtıcı benzerliklerden biri de, tenzih-teşbih konusu etrafında görülmekte.

Muhyiddin ibn Arabi’nin eserlerinden edindiğimiz izlenime göre o, mutlak tenzihi de, mutlak teşbihi de reddetmekte ve tenzihe yakın bir teşbih/teşbihe yakın bir tenzih görüşünü benimsemekte. Kendisi bu durumu “Önce tenzih, ardından tenzih-i tenzih.” diyerek ifade eder. Bu konuda şunları söyler:

“Doğruluk üzere olanların indinde Allah’ı tenzih, 
onu sınırlamak ve bağlamaktır. Allah’ı tenzih eden kişi ya bilgisizdir veya edebi azdır. Fakat cahil ve edebi eksik kimseler, tenzihi mutlak zanneder, mü’min olan ve şeriatlara inancı olanlar da tenzih eder ve bu konuda bundan başka bir şey görmezlerse tümü de edep dışı davranmış olur. Allah’ı ve elçilerini yalanlamış olurlar. Mutlak tenzih yoluna giren kişi doğru yolu bulduğunu zanneder. Oysa yolunu kaybetmiştir. … Allah’ı tenzih etmeyip teşbih eden (yaratılmışlara benzeten) kimse de böyledir. O da Allah’ı bir bağla bağlı ve bir sınırla sınırlı sandı ve gerçeğin içyüzünü bilemedi. Allah’ı bilmek yolunda tenzihle teşbihin arasını birleştiren ve onu iki nitelikle niteleyen kişi, nasıl kendi benliğini toplam olarak bildiyse, Allah’ı da toplu olarak kavrayabilir.”(3)



İbn Arabi’nin mutlak tenzih ile mutlak teşbih arasında bir yol tuttuğunu gösteren bu ifadelerinin; Allah tasavvuru mutlak tenzihe (yani Allah’ı yaratılmışlara benzetmekten=teşbihten kaçınmaya) dayanan Ehl-i Sünnet itikadına aykırı olduğu gün ışığı kadar açık seçiktir. İmam Rabbani hazretleri, Şura suresi 11. ayetindeki “Onun benzeri hiçbir şey yoktur.” mealli ifadeyi, mutlak tenzihin delili olarak sayar ve İbn Arabi’den ayrılarak en doğru tutumun mutlak tenzih olduğunu ikrar eder. (4) Yine İmam Rabbani, teşbih ile tenzihi bir arada bulunduran ve ikisi arasında bir yol tutan tasavvufçuları isim vermeden ağır ifadelerle eleştirmektedir. Ona göre Allah Teala hakkında doğru tasavvura, yani tenzihe ulaşmak, İbn Arabi’nin aksine Ehl-i Sünnet alimlerine uymakla mümkündür. (5)

Osmanlı’nın son dönem şeyhülislamlarından ve bu toprakların müesseselerinde yetişmiş güzide bir alimimiz olan Mustafa Sabri Efendi, Mevkıfu’l-Akl adlı (Türkçeye tercüme edilmeyi sabırsızlıkla bekleyen) eserinde, Muhyiddin ibn Arabi’yi bu görüşlerinden dolayı sık sık ağır ifadelerle eleştirmiştir. (6) Dizimizin ilerleyen yazılarında bu konu dolaylısıyla alimlerin yönelttiği eleştirilere yönelik bahisler gelecek inşallah.

Meseleye bir de İbn Teymiyye açısından bakacak olursak: Takiyyüddin ibn Teymiyye, kendisinin tenzih inancına bağlı olduğunu savunur. Ona göre yapılması gereken, yukarıda İmam Tahavi’den naklettiğimiz üzere, Allah’ın sıfatlarını iptal ve inkar ederek ifrata kaçmadan ve Müşebbihe’nin yaptığı gibi Allah’ı mahlukata benzeterek de tefrite kaçmadan orta yolu bulmaktır. Yani mutlak tenzihtir.(7) Lakin İbn Teymiyye, birçok alim tarafından büyük hacimli eserlerinde bu iddiasıyla bizzat çelişerek yer yer teşbih/tecsim görüşüne kaymakla itham edilmiştir. Allah Teala’nın semada, arşın üstünde olduğunu (8) ve Selef-i Salihin’den kimsenin Allah’ın gökte olduğuna itiraz etmediğini iddia ettiği söylenmiştir. (9) Allah’ın eli, yüzü ve gözü olduğunu, ayetlerde geçen bu ifadelerin zahiri manalarıyla anlaşılması gerektiğini savunduğuna yönelik ithamlara maruz kalmıştır. (10)




Muhammed Zahid el-Kevserî, İbn Teymiyye’nin et-Te’sîs adlı kitabından teşbihe kaydığını söylediği görüşleri şöyle nakleder: “Kur’an, Allah’ın bir Arş’ı olduğunu belirttiğine ve bu Arş da Allah’a nispetle tavan gibi olamayacağına göre buradan Arş’ın yüce Allah’a nispetle taht/koltuk konumunda olduğu anlaşılır. Bu da Allah’ın, Arş’ın üstünde olmasını gerektirir. ... Malumdur ki Kitap, Sünnet ve İcma, bütün cisimlerin muhdes (yani sonradan var olmuş) olduğunu ve Allah’ın da bir cisim olmadığını söylemez. Müslümanların imamlarından herhangi birisi de böyle bir şey söylemiş değildir. O halde benim bu görüşü terk etmem de fıtrattan ve şeriattan çıkmam anlamına gelmez.”(11) Bu ürkütücü ifadelerle İbn Teymiyye, Allah’ın bir cisim olduğunu söylemekle fıtrattan da şeriattan da çıkmayacağını belirtiyor. Bu ve eserlerindeki bunlara benzer diğer ifadeler de İbn Teymiyye’nin bir yandan teşbihi reddederken diğer yandan da mutlak tenzih inancını bizzat deldiğini ve tıpkı İbn Arabi gibi tenzihe yakın bir teşbih/teşbihe yakın bir tenzih görüşünü benimsediğini gösteriyor.


İbn Teymiyye, teşbih/tecsime kayan görüşleri olduğu dolayısıyla Takiyyüddin es-Sübkî, oğlu Tâcüddin es-Sübkî, Alâüddin el-Buhârî, İbn Hacer-i Heytemî, Dahlân, Yûsuf en-Nebhânî, Ebû Hayyan, Şeyhülislam Arif Hikmet Efendi, Zâhid el-Kevserî, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Abdülhakîm Arvasî gibi alim ve abidler tarafından şiddetli eleştirilerin hedefi olmuştur. İmam Rabbani de, Allah’ı mahlukata benzetmek manasına gelen teşbihi ve teşbih akidesini benimseyen Müşebbihe taifesini, isim vermeden çok sert ifadelerle eleştirmekte ve bu yapılanı ahmaklık olarak nitelemektedir. (12)


Tenzih ile teşbih arasında bir görüş belirtmeleri, tarih boyunca iki zatın da eleştiri oklarının hedefi haline gelmelerine sebep olmuştur. Birbirlerine zahiren yüz seksen derece zıt görünen Muhyiddin ibn Arabi ile Takiyyüddin ibn Teymiyye’nin enteresan zıtlıklar vasıtasıyla buluştuğu ortak noktalar, tenzih ile teşbih arasında bir yol benimseyerek Ehl-i Sünnet ulemadan ayrılmalarından ibaret değildir.

ALEMİN TAMAMININ VEYA BİR KISMININ KIDEMİ GÖRÜŞÜ

Ehl-i Sünnet itikad imamlarına göre, Allah’ın varlığının bir başlangıcı ve sonu yoktur. O, hiçbir mekanda değildir, mekana bağllı olmaktan münezzehtir, mekanları yaratan da odur. Yine o zamana bağlı değildir. Zaman içinde ya da zamana bağlı olmaktan münezzehtir. Zamanı yaratan da odur. Dolayısıyla zamanda bir başlangıcı yoktur. Ezelden beri vardır. Bütün bunların manası şudur: Allah, kadimdir. Allah’tan başka hiçbir varlık kadim (yani ezelden beri var) olamaz. Tüm mahlukat muhdestir, yani sonradan yaratılmıştır. Allah’ın yarattığı her varlığın zamanda bir başlangıcı vardır, yaratıldığı bir vakit vardır.

Muhyiddin ibn Arabi, vahdet-i vücud nazariyesinden yola çıkarak, alemin kıdemi (yani kainatın kadim olduğu) görüşünü benimser, bu noktada da Ehl-i Sünnet ulemadan ayrılır. Ona göre alemin hariçte bir varlığı olmadığı için zamanda bir başlangıcı da yoktur ve Allah’ın varlığından sonra var olmuş da değildir. Ona göre alemin kıdemi, kendisinden sonra yaratılanlara nispetendir.(13) İmam Rabbani hazretleri, Allah’tan başka hiçbir varlığın kadim olamayacağını söyleyerek Muhyiddin ibn Arabi’yi ve onun takipçilerini eleştirir, onların bu görüşlerinin Ehl-i Sünnet’e aykırı olduğunu ikrar eder. (14)


Takiyyüddin ibn Teymiyye ise alemin (kainatın) en büyük parçası olan Arş’ın kadim olduğu görüşündedir. Bu görüşü benimserken yola çıktığı nokta şudur: İbn Teymiyye, Allah’ın Arş’ın üstünde olduğundan ve Arş’a istiva ederek oturduğundan (hâşâ) yola çıkar ama bu görüş kendi içinde çelişki barındırır. İşte bu çelişkiyi İbn Teymiyye’den yaklaşık beş asır önce İmam Azam Ebu Hanife, El-Vasıyye adlı eserinde gündeme getirmişti:

“Allah, Arş’ı mekan tutmuş değildir ve Arş’a muhtaç değildir. Eğer Allah Arş’ta oturuyorsa veya Arş’ı mekan tutmuşa, Arş’ı yaratmadan önce nerede idi? Allah Teala, bu tür şeylerden münezzehtir.”

                      


Allah’ın Arş’ın üstünde olması fikrinden yola çıkan İbn Teymiyye, İmam Azam hazretlerinin sorusunu, Arş’ın da Allah ile birlikte kadim olması gerektiği sonucuna vararak cevaplandırır. Çünkü ona göre Allah kadim (yani ezelden beri var) ise, Allah’ın mekan tuttuğu Arş da kadim olmalıdır. Lakin Allah ile birlikte başka bir varlığın da kadim olamayacağı gerçeği ortadayken, İbn Teymiyye bu çelişkiyi, “Arş’ın nev’î kıdemi” dediği (15), kendisinden başka hiçbir alim tarafından savunulmamış bir nazariye ile çözmeye çalışır. Buna göre Arş, nev’ olarak kadim, şahs olarak hâdistir. Bunun manası da şudur: Allah Teala, ezelden beri sürekli yeni bir Arş yaratmakta, ona istiva etmekte, sonra onu yok edip yeniden bir Arş yaratmakta ve bu döngü ezelden beri sürekli devam etmekte.

Alemin tamamının veya bir kısmının kadim olduğunu savunmaları, zahiren birbirine zıt olan iki zatın aralarındaki şaşırtıcı benzerliklerden birisidir.

FENÂ-İ NÂR = CEHENNEM AZABININ EBEDÎ OLMADIĞI GÖRÜŞÜ

Kur'an, Sünnet ve İcma'a dayanan sahih İslam inancına göre, cennet ve cehennem hayatı ebedidir. Mü’minler cennette, kafirler de cehennemde ebediyyen kalacak ve ödüllendirilecek ya da cezalandırılacaktır. Tarihte ilk kez Cehmiyye mezhebinin kurucusu Cehm bin Safvân, cennet ve cehennemin ebedî olamayacağını, günün birinde son bulacağını söylemiş ve (başta İmam Azam Ebu Hanife olmak üzere) Ehl-i Sünnet akaid imamlarının şiddetli itirazlarına maruz kalmıştır. (16)




Muhyiddin ibn Arabi, cehennemde ebediyen kalacakları Kur’an’da belirtilmiş olanların, bir süre sonra azaba alışacaklarını, bir nevi bağışıklık kazanacaklarını, hatta bir süre sonra cehennemin onlara azaptan çok lezzet vermeye başlayacağını söyler. (17) Ehl-i Sünnet itikadına aykırı olan bu görüşler bağlamında Takiyyüddin İbn Teymiyye ise, cennetin olmasa da cehennem azabının bir gün son bulacağı görüşündedir. (18) İbn Teymiyye’nin, başta Mecmû’u’l-Fetâvâ’sı olmak üzere, eserlerinde cehennem azabının ebedi olduğuna inandığına dair ifadelere rastlamak mümkündür. Lakin yapılan tahliller, onun bu konu bağlamındaki son görüşünün, cehennem azabının ebedi olmadığı yönünde olduğunu göstermektedir. (19) Cehennem azabının ebedi olmadığı, yani "fenâ-i nâr" olarak özetlenebilecek olan bu görüşleri ise, iki zat arasındaki şaşırtıcı benzerlikler zincirinin bir diğer enteresan halkasıdır.

Yukarıda Muhyiddin ibn Arabi’den ve Takiyyüddin ibn Teymiyye’den naklettiğimiz görüşler, istikamet sahibi imamlarımızın ve alimlerimizin belirttiği gibi sahih İslam inancına aykırıdır. Bu görüşleri burada zikretme gayemiz, benzer aykırı görüşlerin her iki zâttan da zuhur etmiş olduğu ve bu görüşler bağlamında aralarında çifte standarda kaçmamak gerektiğini göstermektir. Bu görüşlerinden yola çıkarak gerek İbn Arabi'yi, gerekse İbn Teymiyye'yi dalaletle, sapkınlıkla itham etmekte acele edilmemesini ve fevri davranılmamasını rica ederiz. 
Nitekim ileride zikredeceğimiz birçok alim, abid, zahid de bu ölçüye göre davranmıştır. Bu zatlara ve görüşlerine karşı nasıl bir duruş sergilemek gerektiğiyle ilgili örneklerin zikredileceği sonraki bölümleri bekleyiniz…




Dipnotlar:

(1) Şura 11

(2) El-Akîdetü’t-Tahâviyye, 1 vd.; 27 vd.

(3) Fusûsu’l-Hikem, Hz. Nuh fassı, s. 31-32

(4) Mektubât-ı Rabbânî, 18. Mektup

(5) a.g.e., 272. Mektup

(6) Nureddin Yıldız, İşi Vaktinden Çok Olanlar, 3/123

(7) İbn Teymiyye, el-Akîdetü’l-Hameviyye, s. 249

(8) İbn Teymiyye, Mecmuu’l-Fetava, 5/416

(9) İbn Teymiyye, el-Akîdetü’l-Hameviyye, s. 419

(10) İbn Teymiyye, el-Fetava’l-Kübra, 6/656

(11) Makâlâtü’l-Kevserî, s. 497; İbn Teymiyye, Beyân-ı Telbîsi'l-Cehmiyye, 1/118

(12) Mektubât-ı Rabbânî, 310. Mektup

(13) el-Fütuhâtü’l-Mekkiyye, s. 386 vd.; Fusûsu’l-Hikem, 30.

(14) Mektubât-ı Rabbânî, 31. Mektup; 286. Mektup

(15) Muvâfakatu’Ma’kul, 1/64,142,210,245; 2/74; Minhâcü’s-Sünne, 1/83,109,224; Naktu Merâtibi’l-İcmâ’, 168; Mecmû’u’l-Fetâvâ, 18/239; Şerhu Hadîsi’n-Nüzûl, 161

(16) Eş’ârî, Makâlâtü’l-İslâmiyyîn, 229; İsferâînî, et-Tabsîr fi’d-Dîn, 64; Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihâl, 87

(17) el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, 3/98 vd.; 4/327 vd.

(18) er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi’l-Cenneti ve’n-Nâr, s. 52 vd.

(19) Konunun ayrıntısına girmenin bu makalenin gayesini ve hacmini aşacağından konu hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: Dr. Ebubekir Sifil, İslamî Bilincin İhyası, s. 70 vd.