11 Ocak 2016 Pazartesi

İran Sömürgeciliği Hakkındaki Fikirlerim

İslam'ın ilk yıllarından itibaren dinimizi sahabe, tabiun ve tebe-i tabiun nesillerinin, yani selefin anladığı şekilde anlama hassasiyeti hakim olmuştu. Bu gayretin müesseseleşmiş hali olan Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat de doğal olarak ümmetin ana gövdesini ve kahir ekseriyetini oluşturagelmişti. Hicri ilk asrın ortalarından itibaren ümmet içerisinde fırkalaşma ve ekolleşme dönemi başlamıştı. Lakin bu ekolleşme, ikiye bölünme şeklinde değil, ana gövdeyi teşkil eden Sünnet çizgisinden ayrılıp çoğunluktan kopan lokal gruplar şeklinde oluyordu. Özellikle İslam topluluklarının Mithra (kadim Mecusilik), Mani, Mazdek, Şamanizm, Hind kültürü, Yunan felsefesi gibi dış kültürlerle etkileşim halindeki coğrafyaları olan Basra, Kufe, İran gibi bölgelerde Sünnet'ten ayrılan bid'at ekollere sık rastlanıyordu. Bunda, köklü medeniyetlere sahip olan bu kültürlerden İslam'a geçen insanların alışkın ve aşina oldukları kadim anlayışlarından sihirli değnekle dokunulmuş gibi bir anda vazgeçememelerinin etkisi yadsınamazdı.

Mu'tezile, Haricilik, Şia, Mücessime, Cehmiyye gibi bid'at hareketlenmelerin ekolleşmesi karşısında İmam A'zam Ebu Hanife'nin itikadi görüşlerini sistemleştiren İmam Maturidi ve İmam Ahmed bin Hanbel'in itikadi görüşlerini sistemleştiren İmam Eş'ari'nin çabaları ile Ehl-i Sünnet itikadı da sistemleştirilerek müdafaa sahası genişletildi. 

Tarihi süreçte Eş'ari ve Maturidi usuliddin müesseselerinin zayıfladığı ve işlevselliğini kaybettiği dönemler, yukarıda saydığımız türden bid'at akımların etki sahası bulmalarına zemin hazırladı ve ekmeklerine yağ sürdü. Bugün de bu türden bir tehlikenin gün ışığı kadar açık bir biçimde karşımızda olduğu dönemlerden birini yaşıyoruz.

Ümmetin içerisindeki uç akımların çatışmasıyla ümmete bedel ödetme gayretleri ve projeleri gözümüzün önünde icra ediliyor. Adeta müslümanlığın sınamasını "Allah'ın Arş'a istivası" ve "müteşabih sıfatların te'vili" üzerinden yapan birtakım selefi çevreler ifrat cephesini oluştururken, müslüman kimliğiyle yaşama hakkına sahip olmanın ölçüsünü Hz. Ebubekir'e, Hz. Ömer'e, Hz. Aişe'ye (r. anhum) galiz hakaretler etmek olarak tayin eden Şia'nın çatışması arasında Maturidi-Eş'ari çoğunluk ezilmek isteniyor. 

Tarih boyunca Sünnet'ten kopan bid'at akımların itikadi düsturlarını genellikle siyasi saikler oluşturmuştur. Haricilerin sahabeyi tekfir etmeleri, İmamiyye Şiasının 12 İmam inancı, Mu'tezile'nin kaderi reddetmesi ve sayılabilecek daha nice örnek, bu fırkaların genellikle hilafet etrafında dönen siyasi mülahazalara direnemeyip mutedil Sünnet çizgisinden sapmaya karşı koyamamaları neticesinde vukua gelmiştir. Bugün de durum eskisinden farklı değildir. IŞİD gibi bazı neo-selefilerin "müteşabih sıfatlar" ve "birtakım tasavvufi uygulamalar" merkezli münakaşalarla ümmetin birçok kesimini ümmet sınırları dışına çıkaran radikal tutumu; yine İmamiyye Şiası'nın 12 İmamın günah işlemezliğini ve dinde hüküm koyma yetkisine sahip olduğunu, Hz. Ali ve birkaç sahabi dışındaki diğer sahabileri sayan ve kötülemeyenlerin dinden sayılmayacağı, Humeyni'nin ortaya attığı velayet-i fakih sistemi; İslam'ı ve İslam'ın kaynakları olan Kur'an ve Sünnet'i modern değer yargılarına tabi tutarak yeniden anlama çarpıklığına düşen İslam modernistleri, Liberal İslamcılar, anti-kapitalist müslümanlar, feminist İslamcılar... gibi bid'at zihniyet ve itikad yönelimleri, tıpkı tarihte olduğu gibi bugün de hareket noktalarını genellikle siyasi söylem ve eylemlerden ilham alarak tayin etmektedir. 

Dolayısıyla özellikle İran'ın ve yukarıda saydığımız bilimum bid'at yönelimlerin  salt seküler gaye ve niyetlerle hareket ettiğini iddia etmek doğru olmasagerektir. Zira, sabit sahih İslam itikadını, dönemin terminolojisini ve gündem maddelerini kullanarak akli zeminde savunma imkanı sağlayan ve zamana/çağa göre formasyon tazeleyen Kelam ilminin doğrudan doğruya ilgilendiği içerik sahasına yukarıda saydığımız post-modern yönelimlerin istisnasız tamamı girer. 

İran özelinde düşünecek olursak: İran ile Suudi Arabistan arasındaki gerilimin esasen mezhepsel bir altyapıya temas etmekten ziyade bölgede güç/etki devşirmeye dayalı bir restleşmeden ibaret olduğunu iddia etmek doğru olmasagerektir. İran'ın diğer Şii coğrafyalara açılmada kullandığı "Velayet-i Fakih" sistemi, her ne kadar Humeyni tarafından ihdas edilmiş olsa da, Abdülkahir Bağdadi'nin el-Farku beyne'l-Fırak'ında zikrettiği İmamiyye Şiası profiline göre 4 yaşında ortadan kaybolduğu ve tekrar geleceğine inanılan 12. imam Mehdi-i Muntazar tekrar gelene kadar siyasi+ruhani liderliğin kime tevdi edileceği konusunda birtakım ictihadi ayrımlara düşülmüştür. Bazı İmamiler, her dönemin önde gelen İmami alimlerinin Mehdi'ye vekalet etmesini ve tıpkı masum bir imam gibi dinde hüküm koyma yetkisine sahip olmasını salık vermiştir. 12 imam ve Mehdi-i Muntazar kurgusuna bina edilmiş ve tarihi arkaplana sahip olan "Velayet-i Fakih" sistemi, bugün İran'ın Doğu Akdeniz'e kadar uzanan hatta ve Yemen gibi daha başka bölgelerde başta Hizbullah olmak üzere Şii oluşumları Suriye'de ve sair İslam coğrafyalarında Müslüman kanı akıtmak üzere yönlendirmede kullandığı bir silahtır.

Anayasal olarak sözde bir İslam devleti kisvesine sahip olmasına rağmen dış politikasında tamamen yıkıcı, tahrip edici, ezici, ahlak ve vicdandan yoksun seküler bir profil çizmesi, İran'ın esasen mezhepsel (sözümona dini) bir hareket noktasına sahip olmayıp tamamen seküler bir çabayla bölgede hakimiyet tesis etme gayesinde olduğunu göstermez. İran'ın dış politikada benimsediği insanlık dışı ve kendisi dışındakileri yok sayıcı hırçınlığının arka planında, Küleyni'nin Kafi'si, Şeyh Saduk'un Men La Yahduruhul Fakih'i, Ebu Cafer et-Tusi'nin Tehzibu'l-Ahkam'ı ve İstibsar'ı başta olmak üzere, yıkıcı ve ayrıştırıcı bir mezhebî altyapı kuran temel kaynakları yatmaktadır. Her dönem olduğu gibi Sünnileri Şiileştirme ve Şii yayılmacılığı gayesi güden ve bu maksatla devasa yatırımlara girişen İran'ın, bugün de medya, akademi, eser telifi gibi yöntemlerle Sünni topraklarda sürdürdüğü Şiileştirme programları bunun göstergesidir.

İran'ın aksine; anayasal olarak laik bir devlet olmasına rağmen bölgede dış politikasını birleştirici, ahlakî, vicdanî saiklere bina eden ve ümmete liderlik ettiği yüzlerce yıllık devletler tarihinin hiçbir döneminde Şii coğrafyaları Sünnileştirme gayesi gütmeyen Türkiye'nin bu İslamî ve insanî tutumu, hiç şüphesiz insana insan olduğu için değer veren ve peygamberî sünnetle yoğurulmuş medeniyet hamlesinin tüm laikleştirme çabalarına rağmen kuvveden fiile çıkmış bir eseridir.